IRCForumu.ORG   çatla net
Goygoy


 
 
Seçenekler Stil
Alt 20 Haziran 2021, 02:06   #1
"Lâ Tahzen innALLÂHe Meâna"
Furkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart Aynı Yıldızın Altında



John Green'in Türkçeye çevrilen ilk romanı olan Aynı Yıldızın Altında adlı kitap, on altı yaşındaki akciğer kanseri hastası Hazel ile destek grubunda tanıştığı tümör hastası Augustus'un aralarında oluşan duygusal bağı konu edinen romantik ve dramatik bir gençlik romanıdır.

Yazar: John Green
Çevirmen: Çiçek Eriş
Yayınevi: Pegasus
ISBN: 9786053430933
Sayfa: 320 sayfa
Basım Tarihi: 2012

Hayatın Anlamını Bulmanın, Âşık Olmanın ve Alınan Her Nefesin Farkına Varmanın Öyküsü

On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace'in birkaç yıl daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine rağmen hastalığı ölümcüldür ve konulan teşhisle birlikte yıldızlar, öyküsünün son bölümünü çoktan kaleme almıştır.

Fakat Augustus Waters isimli yakışıklı bir sürpriz karakter, Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu'nda boy gösterince Hazel'ın hayatı bambaşka bir yöne sapar ve bu zeki çocuğun çekimine karşı koyamayan kızın öyküsü yeniden yazılır...

Time dergisi, 2012'nin En İyi Romanı
Goodreads, 2012'nin En İyi Genç Yetişkin Kitap Ödülü
New York Times'ın En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra
Wall Street Journal'ın En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra
Amazon'un En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra
Indiebound'un En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra

"Hayata, ölüme ve araya sıkışanlara dair bir roman olan (bkz:918) John Green'in en iyi kitabı. Kahkaha atıyor, ağlıyor, hızınızı alamayıp tekrar okuyorsunuz."
-Markus Zusak, Printz ödüllü bestseller yazarı-

"(bkz:918) evrensel konuları ele alıyor: Sevilecek miyim? Hatırlanacak mıyım? Bu dünyada bir iz bırakabilecek miyim?"
-Jodi Picoult, New York Times bestseller yazarı-

"Dâhiyane... Çok etkileyici... Güçlü ve saf duygularla korkusuzca yüzleşebiliyor."
-Time-

"Green, okurların aklından uzun süre çıkmayacak, göz kamaştıran iki gencin öyküsünü iyi bir gözlem yeteneği ve empatiyle anlatarak, rafta duracak bir kitaptan ötesini yazmayı başarmış."
-People-

"Bu romanı çekici kılan şey dakikada bir heyecanlı bir patlama yaşanması değil, 'sayılı günler içinde sonsuzca' yaşamaya çalışan karakterlerin gerçekliği."
-The Washington Post-

"Buruk bir komedi, akılları baştan alacak bir romantizm ve insana hayat ile ölüme dair sorulan büyük soruları keyifle ve uzun uzun düşündüren bir kitap."
-Horn Book-

"(bkz:918) bir aşk hikâyesi. Son dönem edebiyatın en içten ve dokunaklı romanlarından biri ama aynı zamanda korkunç bir zekâ, cesaret ve hüznün varoluşsal trajedisini de anlatıyor."
-Lev Grossman, Time-

KİTABIN İLK BÖLÜMÜNDEN:

On yedinci yılımın kış aylarının sonunda annem depresyonda olduğuma karar verdi; muhtemelen evden nadiren çıktığım, yatakta oldukça fazla vakit harcadığım, aynı kitabı tekrar tekrar okuduğum, seyrek olarak yemek yediğim ve son derece bol olan boş vaktimin oldukça büyük kısmını ölümü düşünerek geçirdiğim için.

Ne zaman kansere dair bir broşür veya bir internet sayfasına filan göz atsanız, kanserin yan etkilerinden biri olarak depresyonu da listeliyorlar. Fakat aslına bakarsanız depresyon, kanserin yan etkisi değil. depresyon ölmenin yan etkisi. (Kanser de ölmenin yan etkisi aslında. Hatta aslında hemen hemen her şey öyle.) Fakat annem tedaviye ihtiyacım olduğuna inandığı için beni Düzenli Doktorum Jim'e götürdü ki o da insanı paralize eden ve korkunç bir klinik depresyon içinde yüzdüğüme, ilaçlarımın ayarlanmasının ve haftalık bir Destek Grubu'na katılmamın gerektiğine karar verdi.

Bu Destek Grubu, tümör kaynaklı sıkıntıların farklı evrelerindeki, sürekli değişen bir dizi karakteri bünyesinde barındırıyordu. Karakterler neden sürekli değişiyordu? Ölmemin yan etkisi.

Destek grubu tabii ki korkunç derecede kasvetliydi. Her çarşamba haç şeklindeki taş bir kilisenin bodrum katında buluşuyorlardı. Haçın tam ortasında, iki kalasın birleştiği, İsa'nın kalbine tekabül eden yerde bir daire oluşturarak oturuyorduk.

Bunu fark etmiştim çünkü Destek Grubu Lideri ve odadaki on sekiz yaşın üstündeki tek insan olan Patrick, her lanet toplantıda İsa'nın kalbinden konu açıyor, genç kanser felaketzedeleri olarak nasıl İsa'nın o kutsal kalbinin tam ortasında oturduğumuzdan filan bahsediyordu.

Tanrı'nın kalbinde olaylar şöyle işliyordu: Altımız, yedimiz ya da onumuz yürüyerek ya da tekerleklerle içeriye giriyor, bayat kurabiyeler ile limonatalardan otlanıyor, dairedeki yerimizi alıyor ve Patrick'in insanı kasvete sürükleyen, azap dolu hayat hikayesini bininci kere dinliyorduk: Testislerinde nasıl kanser varmış da, nasıl öleceğini düşünmüşlermiş de, ama ölmemiş de işte şu anda buradaymış da... Amerika'nın yüz otuz yedinci en güzel şehrindeki kiliselerden birinin bodrum katında, boşanmış bir yetişkin; video oyunlarına bağımlı, pek arkadaşı olmayan, kansertastik geçmişini sömürerek vasat bir hayat idame ettiren ve kariyer hedeflerini hiçbir şekilde geliştirmeyecek bir yüksek lisans derecesi için çabalayan ve hepimiz gibi, Demokles'in kılıcının, kanserin onca yıl önce testislerinin ikisini de alıp ancak son derece cömert bir ruhun hayat olaraak adlandırabileceği kısmını bağışladığı sırada kaçan huzuru ona vermesini bekleyen bir adam.

SİZ DE BÖYLE ŞANSLI OLABİLİRSİNİZ!

Sonra kendimizi tanıtıyorduk: İsim. Yaş. Tanı. Ve o gün nasıl olduğumuz. Ben Hazel, diyordum sıra bana geldiğinde. On altı yaşındayım. Aslında tiroit kanseriyim ama ciğerlerimde, oraya uzun süredir yerleşmiş, hayranlık uyandırıcı bir uzak doku metastazı var ve iyiyim.

Dairedeki herkes konuşunca Patrick her zaman birilerinin bir şeyler paylaşmak isteyip istemediğini soruyordu. Sonra da duygu patlaması başlıyordu. Herkes savaşmaktan, dövüşmekten, kazanmaktan, küçülmekten ve taranmaktan bahsediyordu. Aslında Patrick'e hakkını vermem gerekir çünkü ölümden bahsetmemize de izin veriyordu ama oradakilerin çoğu zaten ölmüyordu. Çoğu, Patrick gibi yetişkin olabilecekti.

(Bu da bu konuda çok fazla rekabet olduğu anlamına geliyordu çünkü herkes sadece kanseri değil, aynı zamanda odadaki diğer insanları da yenmek istiyordu. Yani bunun aslında mantıksız olduğunun farkındayım ama mesela beş yıl yaşamak için yüzde yirmi şansınız olduğunu söylediklerinde matematik işin içine giriyor ve bu sayının beş kişiden birine tekabül ettiğini görüyorsunuz... Bunun üzerine, herhangi bir sağlıklı insanın yapacağı gibi etrafa bakıp, bu ***lerin dördünden daha uzun süre yaşamam gerek, diye düşünüyordunuz.)

Destek Grubu'nun tek iyi yönü ince uzun suratlı, sarı saçlarını tek gözünün üzerine tarayan ve cılız bir çocuk olan Isaac'ti.

Ve problem gözlerindeydi. Fantastik derecede imkansız bir göz kanserine yakalanmıştı. Ufakken tek gözü alındığı için gözlerini ( hem gerçeğini hem de cam olanı ) doğal olamayacak kadar büyük, kafasını sadece size bakan sahte gözü ile gerçek gözünden oluşuyormuş gibi gösteren, şişe dibine benzer bir gözlük takıyordu. Isaac'ın grupla bir şeyler paylaştığı nadir zamanlardan anlayabildiğim kadarıyla kanserin yinelemesi, diğer gözünü ölümcül bir tehlike içine sokmuştu.

Isaac'la neredeyse sadece iç geçirerek iletişim kuruyorduk. birileri ne zaman kansere karşı diyetlerden, köpek balığı yüzgeçlerini filan burnuna çekmekten bahsetse bana bakıyor ve hafifçe iç geçiriyordu. ben de karşılık olarak mikroskobik bir hareketle başımı sallayıp nefes veriyordum.


Yani Destek Grubu fenaydı ve birkaç hafta sonunda tüm bu olay beni delirtecek kıvama gelmişti. Hatta Augustus Waters’la tanıştığım çarşamba günü, on iki saatlik eski sezon America’s Next Top Model maratonunun üçüncü ayağında, annemle ka*nepede otururken Destek Grubundan kurtulabilmek için en iyi performansımı gösterdim.

Ben: “Destek Grubu’na katılmayı reddediyorum.”

Annem: “Depresyon semptomlarından biri de aktivitelere duyulan ilgisizlik.”

Ben: “Bırakırsan America’s Next Top Model izleyip dura*bilirim. O da bir aktivite.”

Annem: “Televizyon edilgin bir şey.”

Ben: “Of, anne, lütfen.”

Annem: “Hazel, sen bir genç kızsın. Artık ufak çocuk değilsin. Arkadaş edinmen, biraz evden çıkman ve hayatını yaşaman lazım.”

Ben: “Eğer genç kız olmamı istiyorsan beni Destek Grubuna yollamazsın. Bana sahte bir kimlik alırsın ki gece kulüplerine gidip votka içip esrar koklayabileyim.”

Annem: “Esrar koklanmaz bir kere.”

Ben: “Gördün mü bak, bana sahte kimlik alsan böyle şeyleri bilirdim.”

Annem: “O Destek Grubu’na gideceksin.”

Ben: “OOOOOOFFFFFFFF.”

Annem: “Hazel, hayatını yaşamayı hak ediyorsun.” Bunun üstüne çenemi kapadım ancak Destek Grubu’na katılmanın hayat tanımlamasına nasıl sığdığını anlamayı başaramıyordum. Yine de gitmeyi kabul ettim… ANTM’nin ka*çıracağım 1.5 bölümünü kaydetme hakkımı müzakere ettikten sonra.

Destek Grubuna, sadece on sekiz aylık lisansüstü eğitimi olan hemşirelerin, beni egzotik isimli kimyasallarla zehirlemesine izin verme sebebimle aynı sebepten gittim: Annem ile babamı mutlu etmek istiyordum. Bu dünyada on altı yaşındayken kan*serin oltasına gelmekten boktan olan tek şey, kanserin oltasına gelen bir çocuğa sahip olmaktı.

Annem arabayı saat 16:56’da kilisenin arkasındaki yola çekti. Vakit öldürmek için oksijen tüpümü kurcaladım.

“Benim taşımamı ister misin?”

“Hayır, gerek yok,” dedim. Yeşil renkli silindir tüp birkaç kiloydu ve yanımda çekiştirebilmeme yarayan küçük bir çelik çekçek vardı.

Çenemin hemen altında ikiye ayrılan, kulakla*rımın arkasından dolanan ve burnumda tekrar bir araya gelen bir kanülle dakikada iki litre oksijen almamı sağlıyordu. Bu mekanizma gerekliydi çünkü ciğerlerim ciğer olma konusunda berbattı.

“Seni seviyorum,” dedi annem ben inerken.

“Ben de anne. Altıda görüşürüz.”

“Arkadaş edin!” dedi yürüdüğüm arada indirdiği pencereden.

Asansöre binmek istemedim çünkü asansöre binmek Des*tek Grubunda Son Günler tandanslı bir aktiviteydi, bu yüzden merdivenleri kullandım. Bir kurabiye alıp kâğıt bardağa limonata koyduktan sonra arkamı döndüm.

Bir oğlan bana bakıyordu.

Onu daha önce görmediğime hayli emindim. Uzun boylu, hafif kaslıydı; oturduğu plastik ilkokul sandalyesi altında mi*nicik kalmıştı. Düz ve kısa, kahverengi saçları vardı. Benimle yaşıt görünüyordu, belki bir yaş büyüktü ve sandalyenin kena*rına ilişmiş, tek elini siyah kot pantolonunun cebine yarısına kadar sokmuş bir halde, felaket derecede kötü bir pozisyonda oturuyordu.

Başımı çevirdim, bir anda sonsuz sayıdaki eksikliğimin bilincine varmıştım âdeta. Çok eski bir kot pantolon giyiyor*dum, kendisi bir zamanlar dar olmasına rağmen artık tuhaf tuhaf yerleri sarkıyordu ve artık sevmediğim bir müzik gru*bunun reklamını yapan sarı bir tişörtüm vardı. Bir de saçım: Tas gibi bir saç kesimim vardı ve saçımı taramaya filan bile üşenmiştim. Ayrıca saçma derecede şişkin yanaklarım vardı… tedavinin yan etkisi. Vücut hatları orantılı ama balon kafalı bir insana benziyordum. Tombul ayak bileklerimden bahsetmeme gerek bile yok. Ama yine de… ona yan yan baktım, gözleri hâlâ üzerimdeydi.

Buna neden göz teması dediklerini o anda anladım.

Daireye girip o çocuğun iki sandalye ötesinde oturan Isaac’in yanına geçtim. Tekrar baktım. Hâlâ beni izliyordu.

Bakın, bir şey söylemem lazım. Çocuk fena yakışıklıydı. Yakışıklı olmayan bir çocuk durmaksızın size bakarsa bu en iyi ihtimalle garip ve en kötü ihtimalle de taciz gibi karşılanır. Ama yakışıklı bir çocuk…

Telefonumu çıkarıp saati göstersin diye bir tuşa bastım; 16:59. Daire on iki ila on sekiz yaş grubundaki talihsizlerle dolunca Patrick sükûnet duasıyla toplantıyı başlattı: Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için sükûnet, değiştirebi*leceklerimi değiştirebilmem için cesaret ve aradaki farkı bilmem için akıl ver. Çocuk hâlâ bana bakıyordu. Yüzüm kızaracaktı.

Sonunda en uygun stratejinin bakışlarına karşılık vermek olduğuna karar verdim. Ne de olsa Gözünü Dikip Bakma işi erkeklerin tekelinde değildi. Patrick bininci kez testissizliğinden filan bahsederken ben de çocuğa baktım ve kısa süre içinde olay bakışma yarışına döndü. Bir süre sonra gülümsedi ve sonunda mavi gözlerini başka yöne çevirdi. Tekrar bana baktığında kaş*larımı bir iki kez kazandım dercesine kaldırdım.

Omzunu silkti. Patrick devam ediyordu, sonunda kendini tanıtma faslına gelmiştik. “Isaac, bugün sen başlamak ister mi*sin? Zor zamanlar geçirdiğini biliyorum.”

“Tabii,” dedi Isaac. “Ben Isaac. On yedi yaşındayım. Birkaç hafta sonra ameliyat olmam gerekiyor gibi görünüyor, sonra kör olacağım. Hani şikâyet filan ettiğimden değil de, yani kör olmak bayağı kötü. Gerçi kız arkadaşım yardımcı oluyor. Bir de Augustus gibi arkadaşlar.” Artık bir ismi olan oğlana doğru başını eğdi, “öyle işte,” diye devam etti Isaac. Iç içe geçirdiği ellerine bakıyordu. “Yapacak bir şey yok.”
“Senin için buradayız, Isaac,” dedi Patrick. “Hadi, Isaac sesinizi duysun.” Bunun üstüne monoton bir sesle, “Senin için buradayız, Isaac,” dedik.

Sırada Michael vardı. On iki yaşındaydı. Lösemiydi. Hep lösemi hastası olmuştu. O da iyiydi. (Ya da öyle olduğunu söy*lüyordu. Asansöre binmişti.)

Lida on altı yaşındaydı, yakışıklı çocuğun gözüne kestire*bileceği kadar hoştu. Toplantılara düzenli gelenlerdendi, daha önce varlığından haberdar dahi olmadığım apandis kanse*rinde uzun süreli remisyon dönemindeydi. Destek Grubuna katıldığım her seferde olduğu gibi, güçlü hissettiğini söyledi ki oksijen püskürten kanülüm burun deliklerimi gıdıklarken bu bana böbürlenmek gibi geliyordu.

Sıra ona gelmeden önce beş kişi daha konuştu. Ona vardı*ğında hafifçe gülümsedi. Sesi kısık, alçak perdeli ve ölümüne seksiydi. “Adım Augustus Waters,” dedi. “On yedi yaşındayım.

Bir buçuk yıl önce biraz osteosarkoma yakalandım, bugün de buraya Isaac’in isteği üzerine geldim.”
“Peki nasıl hissediyorsun?” diye sordu Patrick.

“Ah, harika.” Dudağının bir ucunu kaldırarak gülümsedi Augustus Waters. “Sadece yukarı çıkan bir hız trenindeyim, dostum.”
Bir saat çabucak geçti: Verilen savaşlar hikâye edildi, kay*bedilmesi kesin görünen cenklerin arasında muharebeler ka*zanıldı; umuda tutunuldu; aileler takdir edildi, aileler kınandı; arkadaşların bir türlü anlamadığında karar kılındı; gözyaşları döküldü; gönüller ferahlatıldı. Ne Augustus Waters ne de ben, Patrick, “Augustus, grupla korkularını paylaşmak ister misin?” diyene kadar konuştuk.
“Korkularımı mı?”
“Evet.”
“Unutulmaktan korkuyorum,” dedi bir an bile duraksama*dan. “Hani şu deyimdeki, karanlıktan korkan kör adam gibi.” “Bu söz için kötü bir zamanlama,” dedi Isaac gülümseyerek. “Düşüncesizlik mi yaptım?” diye sordu Augustus. “Diğer insanların hislerine karşı kör olabiliyorum.”
Isaac gülüyordu ama Patrick terbiye edici parmağını kal*dırıp, “Lütfen Augustus,” dedi. “Sana ve senin mücadelelerine dönelim. Unutulmaktan korkuyorum demiştin.”
“Demiştim,” diye yanıtladı Augustus.
Patrick’in kafası karışmış gibi görünüyordu. Birileri buna dair bir şey söylemek ister mi?”

Amerikanın en ünlü ve yetenekli yazarlarından biri olan (bkz:525) yeni romanı (bkz:918) kitabı ile yine okurlarını etkisi altına almayı başarıyor.

İlk olarak 2012 yılında çıkan kitap bir anda okurlardan büyük beğeni topladı ve bir çok kitap listesinde bir numaraya kadar yükseldi. Bir çok saygın eleştirmenden de tam not alan kitap sonunda Türk okurları ile de buluşuyor.

Kitap 16 yaşında kansel hastası bir gencin hikayesini anlatıyor. Genç yaşta ölümcül hastalığa yakalanan ve bir tıp mucizesi ile biraz daha uzun yaşama umudu olan gencin ölümcül sonucu ertelemekten öteye gitmez. Ta ki hayatına biri girene kadar. Genç kız hayatına yeni giren kişiye olan bağı farklı mucizeleri de beraberinde getirecektir.

(bkz:918) romantik kitapları sevenlerin mutlaka okuması gereken mükemmel bir roman. Zamanı azalan bir gencin bu kısa zamana bir ömür sığdırmaya çalışmasını okurken göz yaşlarınıza hakim olmakta zorlanacaksınız.

16 yaşındaki Hazel yeni gelişen ve nadir hastada fayda sağlayan bir ilaç sayesinde ömürünü biraz daha uzatabilmiştir. Destek gruplarına katılarak moral arayan kız bir gün destek grubunda bir genç olan Augustus ile tanışır ve ona ilgi duymaya başlar. Çocuk da ona karşı ilgisiz değildir ve daha ilk karşılaşmalarında Hazel’i evlerine film izlemeye davet eder.

Birlikte V for Vendetta filmini izlerler ve Hazel de çocuğa çok beğendiği ve tekrar tekrar okuduğu kitabı tavsiye eder. Kitabı bitirmeden de bir daha görüşmeyeceklerini söyler. Bunun üzerine çocuk da kitabı bir an önce okur ve etkisi altında kalır. Fakat kitapta cevaplanmamış bir çok soru vardır ve Hazel bir türlü yazara ulaşamaz. Çocuk kızı mutlu edebilmek için yazara bir şekilde ulaşır ve yazar da onları yüz yüze görüşmek için yaşadığı Amsterdam’a davet eder. Fakat Hazel’in ailesi böyle bir seyahati karşılayabilecek imkanları yoktur ve Hazel’de tek dilek hakkını kullanmıştır.

Hazel’in imdadına yine Augustus yetişir ve tek dilek hakkını bunun için kullanır. Birlikte bir kaç günlüğüne de olsa Amsterdam’a giderler fakat karşılarında sorunlu bir yazar bulurlar. Yazar Hazel’e dilediği cevapları vermek yerine ona kaba davranır. İkili Amsterdam’da romantik zaman geçirirler fakat istediklerini alamadan geri dönerler. Bu dönüş acı bir gerçeği de ortaya çıkartır. Augustus’un hastalığı nüksetmiştir ve artık fazla zamanı kalmamıştır.

Hazel sevgilisi bir gün olsun yalnız bırakmaz ve son zamanlarını hep birlikte geçirirler. Augustus Amsterdam’a Hazel’in istediği cevapları alamaması nedeni ile kendince kitabın devamını yazmak ister fakat hastalığı buna izin vermez. Son olarak yazara bir mektup yazar ve ölmeden önce son dileğini yazara iletir. O mektup aslında Hazel’in istediği cevapları da içinde barındırır.

Aynı Yıldızın Altında 2014 yılında Josh Boone tarafından sinemaya uyarlanmıştır.

Alıntı


________________

Düştüğüm her kuyudan mücadele ederek çıkmayı çocukken öğrendim.

"Aslolan hayattır, hayat da BEŞİKTAŞ"

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
 


Şu anda bu konuyu görüntüleyen etkin kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 ziyaretçi)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB kodu Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Kapalı



Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 14:39.