20 Haziran 2021, 02:55 | #1 |
Paris’Te Gece Yarısı
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Hali vakti yerinde bir Amerikalı senarist ile onun post-modern nişanlısı ve nişanlısının muhafazakar anne-babasının Paris’te ne işi olabilir? Tabiki evlilik hazırlıkları için alış-veriş… Fakat o da ne? Senaristimiz geçmişi olmayan bir yerden geldiğinin bilincindeyse ve Paris’te gece 12’de çalan bir kilise çanı ile birlikte 1920-1930’lara ait bir araba içinde zaman yolculuğuna çıkarsa, paranoya toplumundan şizofreni toplumuna doğru bir dalış yapmış olur adeta… Amerikalı dostumuz klişe Amerikan filmlerinde senaristlik yapmaktan sıkılmıştır. Bir roman yazıyordur. Yazar olduğunu söylediği ve romanından bahsettiği adamın Eliot Scott Fitzgerald ve yanında duranın karısı Elza’dan başkası olmadığını hep beraber anlarız! Elza gerçekten zamansız, soluk soluğa bir kadındır. Fitzgerald henüz alkol batağına düşmemiştir. 2012 yılından 1920’lerin bu çiftinin arasında düşen Amerikalı senarist, roman taslağını. Gertrude Stein’a (ki o da Amerikalı bir yazar olup hayatının büyük kısmını Paris’te, aynı evde, Alice Toklas ile geçirdi) okuması için verme şansını elde eder. Stein’ın evi, 1920’lerin Paris’inde edebiyat ve sanat dünyasından tüm avangard sanatçıların mutlaka bir kere de olsa uğradıkları bir yerdi. Filmde Stein’ın evinde kübik tablolarını inanarak savunan Pablo Picasso ile, Silahlara Veda romanından parçalar okuyan ve savaşın psikolojik yıkıntıları arasında dolaşan Ernest Hemingway ile, ekspresyonist T.S. Eliot ile karşılaşır. Paris’in parke taşlı sokakları, içinde eğlenen insanları saklamayan, sokağa taşıran gece kulüpleri, tüm gerçeklik tanımları kapsamında kabul edilmiş normları sallayıp yeniden ama başka türlü inşa etmeyi kafasına koymuş bir kalabalık film boyunca izleyicisine dokunur. Amerikalı senaristimiz kendi gününün gerçeklerini 1920’lerin bu Paris’inden algıladıkları ile kavrar ve pek de güzel olur. İşin ilginci, Picasso’nun “o günlerdeki” sevgilisi için altın çağ Belle Epoque, yani Moulin Rouge’ların, Folies Bergere’lerin içinde arzı endam eden Toulose-Lautrec, Henri Matisse, Gaugen ve Edgar Degas’nın olduğu çağdır (aşağı-yukarı 1800lerin sonu ile 1900lerin başı). 2012 yılının Amerikalı senaristi her dönemin kendine ait ve geçmişe dayalı bir “altın çağ”ının olduğunu anlar elbette… Yine de, 1920’lerin bir yerinde, Paris’te, henüz fikirleri oturmamış bir Luis Bunuel ile karşılaşmak, daha o zamandan yüksek egoya sahip Salvador Dali ile bir kafede gerçeğin insandaki iz düşümü üzerine konuşmak hoştur. Woody Allen eğer bu filmini kendi toplumuna sanatsal geçmişi olan “atalarından” bir üfleme taze nefes verebilmek için yaptı ise, başarmış olduğunu söylemek mümkün. Yine de, Amerikan cumhuriyetçi muhafazakarlar bozulmamışlardır çünkü bu filmde de onlara göre “everything is fine”. Amerika dostu “gelişmekte olan” ülkelerdeki muhafazakarlar için de öyle… Alıntı
________________
Düştüğüm her kuyudan mücadele ederek çıkmayı çocukken öğrendim. "Aslolan hayattır, hayat da BEŞİKTAŞ" [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
|
|
|
Şu anda bu konuyu görüntüleyen etkin kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 ziyaretçi) | |
|
|