IRCForumu.ORG   çatla net
Reklam Alanı


 
 
Seçenekler Stil
Alt 20 Haziran 2021, 02:56   #1
"Lâ Tahzen innALLÂHe Meâna"
Furkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

Standart Kaybedenler Kulübü

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

En son Bobby Henderson’ın “Uçan Spagetti Canavarının Kutsal Kitabı” adlı kitabını okuduğum ve tüm okuma sürecimde zaman zaman peşi sıra yürüdüğüm bir yayınevidir Altıkırkbeş. Tüm kitapları/yazarları bana hitap etmese de ara ara kesiştiğimiz duraklar olmuştur. Enis Batur’un kitapları, William Blake ve Baha Tevfik gibi…


“Kaybedenler Kulübü” filmi, hem Altıkırkbeş’in yayın serüvenini hem de Kaan Çaydamlı’nın radyoculuk serüvenini odağına almış bir belgesel kurgu gibi duruyor. Duruyor diyorum, çünkü içi çok kof!

Filmin yönetmeni Tolga Örnek’i, kendi düşünceme göre bir fiyasko olan Gelibolu belgeseliyle tanıdım ben. Sonraki sürecini ise hiç takip etmedim. Bu filmde karşıma çıkmasına ise oldukça şaşırdım diyebilirim. Çünkü daha çok tarihi belgeseller yapmakla iştigal eden Örnek’in adını Altıkırkbeş gibi ‘marjinal’ sayılabilecek bir yayınevinin belgeselimsisinde görmek gerçekten şaşırttı beni.

Benim filmi izlerken derdim hiçbir zaman filmde işlenen konu olmadı. Ben daha çok nasıl işlendiğine takılıyorum. Yoksa “radyo yayını belden aşağıymış, vay efendim nasıl böyle konuşurlarmış, RTÜK yasaklasın bunu” gibi şeylere takılan, beyin yerine marul taşıyan insanlardan değilim. Beğenmezseniz dinlemezsiniz programı, bu kadar…

Peki bu film olmuş mu? Bu karakterler gerçekten ‘kaybeden’ mi? Yani daha genel kullanımıyla ‘loser’ mı?

Nejat İşler’in canlandırdığı Kaan karakteri filmin merkezinde bulunuyor. Yani bir kaybeden olarak gösterilen asıl kişi Kaan. Peki ama Kaan gerçekten öyle mi? Filmin kısa süresinde bize kesit olarak gösterilen hayat parçasının neresinde neyi kaybediyor Kaan? Yoksa ‘kaybeden’ olmak demekle aslında ‘poser’ demek mi istiyor yönetmen?

Kaan nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde satmayan kitaplar basan bir yayınevi sahibi ve de ücretsiz bir şekilde program yapan bir radyocu olmasına rağmen İstanbul’da gayet sıkıntısız yaşamaktadır. Hemen hiçbir zevkinden de mahrum kalmıyordur. Her akşam ayrı bir barda, her akşam bir kadınla, dilediğinde atla motora git uzaklara vs. Bu şekilde yaşarken aslında kaybettiği şey nedir ki bir ‘kaybeden’ olarak gözümüze sokulmaya çalışılıyor. Filmdeki Kaan karakteri ve onu gösteren yönetmen, Beat kuşağından ya da o dönemin yazarlarından hemen her şeyi yanlış öğrenmiş benim kanaatime göre.

Filmde övmeye/özenilmeye çalışılan kaybedenler aslında Bukowski gibi yazarlarsa o zaman hayatının büyük kısmını gerçekten sefalet içinde geçirmiş olan, alkolik ve kadın bağımlısı olan Bukowski’ nin şu meşhur açıklamasının neresinde durmaktadır Kaan? Ne demişti yazar: “İki seçenekten birini seçmek zorundaydım: Posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayıp açlıktan ölmek. Ben aç kalmayı seçtim.”

Bir insanın ‘kaybeden’ olarak adlandırılması için gerçekten bir şey kaybetmesi gerekir; oysa bir iş yeri sahibi olarak Kaan sadece kadınları kaybetmektedir. Elbette bu da bir acıdır ancak sadece kadın ilişkilerinde kaybedeni oynamak Bukowski’yi yanlış anlamak değil midir? Bukowski ya da dönemin diğer Beat yazarları sefalet pahasına kapitalizmin ve sistemin neredeyse kişi üzerinde etki gösterebilecek hemen her şeyinden vazgeçmiş ya da vazgeçebilecek zihniyette insanlardı. Yani radyo programının bağımsızlığını kaybetmemek adına radyodan para almamak değil ki kastedilen… Yılların Beat kuşağı hunharca harcanmış, yazık. Oysa bu filmdeki Kaan en fazla şımarık olarak adlandırılabilir.

Yani karakterinizin gömlek cebine marka niyetine ‘Loser’ etiketi yerleştirdiğinizde hemen her şey çözülmüş mü oluyor? Evet, yanlış okumadınız; filmin daha başında kör kör parmağım gözüne misali bir gömlek markası ilişiveriyor ekrana: LOSER.

Bununla birlikte filmde rahatsız edici olan bir diğer konu da ‘öğreticilik‘. Film ve filmdeki karakterler sürekli bir şeyler söylemekte, mesaj vermekte… Üstelik o kadar sıkıcı bir şekilde yapıyorlar ki bunu ve verilen mesajlar o kadar bayağı ki, insanın ekranın içine girip iki karaktere de tokat çakası geliyor. Bir kere bu didaktikçilik iki karakterin de üstünde iğreti duruyor. Mademki Nihilizme bulaşmış kaybedenler tribi yapacaksınız bırakın bunu övmeyi. Yapmayın.

Bir başka husus müzik. Bizde bu kaybedenler ruh halinin karşılığı arabesktir. Bizim pop kültürümüzde İngiliz brit-pop veya Amerikan Bob Dylan stili kaybedenler tribi pek bulunmaz. Yeni yeni çıkan birkaç grubu/şarkıyı saymazsak, benim gözüme çarpan öyle çok bilindik şeyler yok. Ağırlıklı olarak bu misyonu Orhan Gencebay ve benzeri sanatçılar üstlenmiştir. Dolayısıyla filmi ağzına kadar arabeskle doldurmaya –muhtemelen- gözü kesmeyen yönetmen müzik seçimlerinde ağırlıklı olarak yabancı müzikleri kullanmış. Bir iki Türkçe parçanın dışında genellikle yabancı müzik var filmde. Dolayısıyla bu bile bu tribin üzerimize pek uymadığını gösteriyor, bana kalırsa.

Hayatlarındaki en önemli/en radikal şey radyo programı olan insanların hayatla derdi de elbette bunun üzerinden okunacaktır. Radyo programlarında kullandıkları üslubun eleştirilmesi doğaldır. Bakın yasaklanması filan demiyorum; eleştirilmesi… Dileyen eleştirir. Ancak bu eleştirileri ‘cesaret’ gibi yüksek kelimelerle göğüsletmek işin açığı komik kaçıyor. Bu üslubu bir cesaret örneği olarak göstermek, onları sansüre karşı yılmaz savaşçılarmış gibi tanımlamaya çalışmak çok çiğ. Bir de Kaan’ın “Rusya’da bir gün yanıma Karl geldi…” diyerek başladığı bir hikâye var filmde. Karl, yani Karl Marx. İşte “Marx bir gün yanıma geldi” diyerek devam ettiği bu hikâye Kaan’ın siyasi yanını ifade ediyor. İlkokul çocuklarının birbirleri ile şakalaşırken kullandıkları bu “x ünlüsü bir gün bana geldi…” kalıbı ile başlayan ve Marx’ın “…zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” fikrineMarx ile birlikte vardıklarını anlatan sahne ile bize gösterilen, gösterilmeye çalışılan nedir? “Kaan’ın hayatla, sistemle, varlıkla ilgili derdi bu kadardır” mı?

Bir de unutmadan şunu yazayım: Bar sahnesinde bir kadın Mete’ye “Mete sen misin?” diye soruyor. Mete de ‘bazen’ diyor. Şimdi Jorge Luis Borges’in bir gazeteciye vermiş olduğu neredeyse manifesto olmuş bu cevap Mete’nin ağzına olmuyor. Bir kere Borges örnek alabilecekleri bir kaybeden değildir. Borges’i sevebilirler elbette ama Borges ‘onlardan biri’ değildir. Borges, gazeteciye ‘bazen’ cevabını, hayatta Borges olarak var olduğunu ifade etmek için verir. O bir yazar olarak, edebiyat tarihinin en bilgili düşçülerinden biri olarak ‘bazen Borges’ tir. Yaşama bir aşkla bağlıdır Borges; bir kaybeden değil sürekli kazanandır. Okumak ve öğrenmek onun en büyük kazançlarıdır. Ancak düşmüş/düşkün/kaybeden filan değildir. Kör olduğu, her iki gözünü de kaybettiği de döneme denk gelen Arjantin Milli Kütüphanesi yöneticiliği görevini buruk bir sevinçle ve “Beni aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’ nın muhteşem ironisi” diye karşılayabilecek kadar yaşam doludur Borges. Öyle ki, gözleri görmese de yakınlarından, öğrencilerinden oluşan bir gönüllüler ordusu hemen her gün kendisine kütüphaneden bir kitap okumuşlardır. Körlüğünü böyle telafi etmiştir. Ayrıca siyasi tavrı vardır: Hayatı boyunca Anti-semitizme, Faşizme ve Nazizme karşı yazılar yazmıştır. Evet Altıkırkbeş yayınlarından basılmış kitabı vardır Borges’in ancak aradaki bağlantı bu olamaz, olmamalıdır diye düşünüyorum… Belki de annesine “Ben çok mu boş yaşıyorum?” diye soran artık ergenlikten çıkmış eşşek kadar bir adam olarak yaratılan bu Mete karakterinden hiç hazzetmediğim için de takmış olabilirim.

Kendimce haklı sebeplerim var bunun için: Mete’nin hayatı buysa, bana kalırsa boş yaşıyor. İnsan boş yaşamak isteyebilir, bu onun seçimidir. Ancak bana kalırsa tarihin öznesi ol(a)masa da ‘bir şey olmalı’ insan… Çünkü yaşıyor olmak filmde de bahsi geçtiği üzere ‘yolda olmak’ demektir. Ve yine filmde bahsi geçtiği üzere ‘durmayı’ değil ‘yolda olmayı’ seçmiş bir insan artık bu “Boş mu yaşıyorum?” sorusunu sormaz. Çünkü yoldadır. Mete ve Kaan karakterlerinin filmdeki en büyük çelişkisi ve fiyaskosu budur.

Patlamış mısır ve koladan fazlası değil bu film…


Alıntı
________________

Düştüğüm her kuyudan mücadele ederek çıkmayı çocukken öğrendim.

"Aslolan hayattır, hayat da BEŞİKTAŞ"

[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
 


Şu anda bu konuyu görüntüleyen etkin kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 ziyaretçi)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB kodu Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Kapalı



Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 09:56.