29 Mayıs 2022, 22:30 | #1 |
Çobana mektup
Dün yine Belören'in tepelerine çıktım ve bizim çobanı aradım. O tepe senin, bu tepe benim dedim fakat bir türlü koyun sürüsünü göremedim. Sıcağın tesiri ile bir meşenin gölgesinde oturup serinlemeye çalıştım. Uzunca bir süre oturduktan sonra aşağılardan çan sesi gelmeye başladı ve ben sevindim. Koyunlar sağ tarafımdaki tepenin yamacına doğru gidiyorlardı. Kestirmeden önüne çıktım ve çoban yerine 12-13 yaşlarında bir çocukla karşılaştım.
Aradığım çobanın eşgalini tarif edince çocuk: "O benim, babamdır emmi. 10 gün önce memlekete gitmişti bu akşam geldi. Yorgun olduğu için koyunları ben getirdim" dedi. Nerede olduğunu sordum, "evde, yani ağılda" dedi. Ağılın yerini tarif etti ve biraz uzak olmasına rağmen oraya kadar gitim. Ağıla vardığımda, bizim çobanı duvarın gölgesine eski bir kilim sermiş oturur buldum. Selam verdiğimde ayağa kalktı ve yer gösterdi. Hal hatır sorduktan sonra "bir soğuk ayranımı iç" diyerek yürüdü gitti. Elektrik, buzdolabı olmadığı için ayranın soğukluğunu düşünürken, çoban kuyunun başına vardı ve bir iple çeke çeke bir bakraç çıkardı kuyudan. Bakracı getirdiki içi ayran dolu. Kuyunun serin suyunda bekletirmiş meğer ayranı. Yayık ayranı ve kuyuda soğumuş ikramın en güzeliydi. Zaman geçirmeden bazı sorular sordum: - Memlekete gidip, gelmişsin, inşallah bir yaramazlık yok. - Yok şükür. - Nasıl, sizin oralarda hala kuşlar kanatlı mı, bal, pekmez, üzüm. dut acı mı, tatlı mı , Mesut'lar sahiden mesut mu, Murat'lar muratlı mı, Ali'ler yüce günüllü, Veli'ler taatlı mı? - Tövbe tövbe... dedikten sonra dikkatle yüzüme bakmaya başladı. Bazan çehresi bulanıklaştı, bazen tebessümle aydınlandı. Uzunca bir süre hem yere baktı, hem tespihini çevirde ve sonunda vanası açılmış tazyikli su misali akmaya başladı: - Mümkünü yok bu soruları benimle eğlenmek için sormuyorsun. Senin maksadın beni çözmektir. Yaşadığım zaman ve bulunduğum mekanlar beni öyle bir kördüğüm eyledi ki kendi kendimi bile çözemiyorum. Vatanın çok yerlerini dolaştım, dolaştıkça ucu, başı birbirine dolaşan ip oldum. Son ve en çözülmez düğümüm Ankara yakınlarında atıldı. Bu düğüm kıyamete kadar çözülmez diyorumdum, amma şimdi çözülmesi vacip oldu. Çünkü aklımdakileri söylemezsem borçlu kalırım. Hele de sizin gibi birisine... akraba, dost, tanıdık kim varsa hepsinden uzaktayım. Belki de onlar benden uzakta. Gelenim, gidenim, soranım olmaz. Olsa da söylemem. Yalnızlığını bana yeter de artar. Gelelim sorularınıza: Eskidan şen-şakrak sesleriyle dereleri, ormanları, bahçeleri dolduran kuşlarda ses-seda yok. Çoğu gitmiş azı kalmış, kalanlarda da tıpkı benim gibi bir gariplik var. Kimin için öteceğim, ötecek, şakıyacak ne kaldı, der gibi bir hallerini gördüm. Kanatları belki vardı, belki yoktu. Balın, pekmezin, üzümün tadını soruyorsun. Ağız tadı ile yaşamayanların tatlıyı, acıyı ayırt edebilmesi ne mümkün? Kendi kalleşliğimizi arıya bile öğretmişiz, içiyor şerbeti, dolduruyor peteği. Çiçekler üzgün ve dutlar da öyle. Cümlemize suni gübre yediriyor bitkilerimiz. Ağaçların ve asmaların suçu var demiyorum, amma bir suçlunun emrindeler. O suçlu ise sen, ben ve bütün insanlar, işte onun içindir ki kederli Mesut'lar, zelil ve perişan Murat'lar , küçücük Ali'ler, elini-yüzünü yıkamaya üşenen Veliler, geri zekalı Ariflerden geçilmiyor. Dahası var efendi, dahası... O da şu: Aynı apartmanda yaşayan insanlar aynı mezarlıkta yatanlardan birbirine daha uzaktalar, baba ile evlat, karı ile koca, ayrıca iki arkadaş arasındaki tek bağ, para ve menfaat. Servet ve makam için bir yarış başlatılmış, geride kalan tefe konuyor. Bu yarış mezara kadar devam edeceğe benziyor. Ya ondan sonrası? Ondan sonrası pek kimseyi alakadar etmiyor. Halbuki eğer gittikleri bir başka menzil varsa, ben var biliyorum, orada Ankara'nın yıldızları, paşaları ile Belören'de koyun güden çobanın misafir edilecekleri farklı mekanlar mevcuttur. O menzilde attan düşmüş süvariye döneceklerini adım gibi biliyorum. Vay onların haline, vay onların haline. Dedi ve ağlamaya başladı çoban. Aklımdan teselli etmek geçti amma, nasıl ve hangi sözlerle teselli edecektim. Biraz sonra yukarılarda koyun sürüsü gözüktü. Çoban başını kaldırdı ve bir ıslık çaldı. Islık çalmasıyla birlikte koyunların yanındaki köpek yıldırım hızıyla koşup geldi ve çobanın önüne yattı. Çoban tekrar konuştu: Ben bu köpeğe yavan ekmek, ayran, un bulamacı yediriyorum. Bir ıslığımla gelip bana minnet duygularını ifadeye çalışıyor. Allah (C.C.) cümlemizi yoktan var eylemiş, el, ayak, göz, kulak, kalp, beyin ve hepsinden üstünü de akıl vermiş; dünyayı bize bağışlayan, dünya nimetlerini envai çeşit bizim istifademize sunmuş, güneşi, gölgeyi ihsan eylemiş, fakat şu köpek kadar bile idrak sahibi değiliz. Koyun doğurduğu gün süte geliyor. Niçin? Doğan yavrusunu besleyecek başka bir gıda yoktur yeryüzünde. Yaratan yeni doğan canlıya nimetlerin en faydalısını tahsis eylemiş. Amma o büyüdüğü zaman ya inkarcı oluyor, ya da sebebini araştırıp, inancını kavileştirmiyor. işte insan budur. Ben Allah'ın varlığına ve birliğine çiçekte, çekirgede, soluncanda şahit oldum. Bir çoban için çok oldu ya, kusuruma bakmazsın. Ne kusuru, kusurlu benim, hakkını helal eyle, dedim ve "Helal olsun yine gel" cevabı ile dünyalar bağışladı zannettim. Gidersem yine yazarım. 6. 7. 1990 ÇOBANDAN MEKTUP (1) Tanışmak mutluluğuna erdiğim bir garip çobanla üç sohbetimiz olmuş ve her üçünü de okuyucularıma aktarmıştım. Dün yine çobanı bulmak için tepelere çıktım. Görünürlerde koyun sürüsü yoktu. Gelmişken bir de ağıla uğruyayım dedim ve ağılın yakınındaki söğüt ağacının altında çobanın oğlunu gördüm. Ben daha "babanız nerede" diye sormaya kalkmadan çocuk "Bekle amca bir emanetiniz var vereyim" diyerek ağıla gitti ve elinde tükenmez kalemle yazılmış bir kağıtla döndü. Kağıtta neler yazıldığını beraberce okuyalım: - Efendi gardaşım Bir gün gelip beni arayacağınızı tahmin eylemiştim. Sen bu mektubumu okuduğun zaman ben uzaklarda olacağım için hem merakınızı zail eylemek, ham de içimden geçenleri yağmurun toprağa döküldüğü misali dökmek istedim. Ha şu benim 60 küsur senelik ömrüm içinde güttüğüm koyunlar hariç tek anlayanım çıkmadı. Estağfurullah size koyun demiyorum, siz beni insanca anlayan biricik dost oldunuz. Toprak olmasa yağmur neye yarar, yağsa da neye yarar? Esas dernek istediklerime geldim gardaş. Ben önce sılamı bölmüş, yarısını gurbet yapmışım. Şimdiyse gurbeti ikiye böldüm. Bir yarısında ben, diğer yarısında size mektup veren oğlum var. Yaratan' ın verdiği ömrü yine O'nun layık gördüğü nimetlerle uzatmak için GURBET dedikleri ateşi de beraberinde yiyip içmek belki zor, amma kısmet ve tecelli inancı içimi ferahlatıyor. Umut biz doğmadan önce anamızda, babamızda, yakınlarımızda var olan bir duyguydu. Büyüdük, biz de umut ve hayaller içinde yaşadık. Hasıl olan umutlara sevindik, hasıl olmayanlara üzüldük. Sakın olaki bende umduğunu bulamayanların isyanı var zannetmiyesin. Öyle olsaydı çoban olacağıma politikacı olur insanları güderdim, insanları sağması da kolay, döğmesi de. Sağ, doğ, söğ ve dağlar ardında küçük bir menfaat umudu göster, alkış alırsın zamanenin akıllarından. Amma, Allah'a şükür ben koyunu bile sağarken incitmekten korktum. Dilerim sen de korkarsın. Korku kendini bilenlerin hayatı boyunca taşıyacağı en kıymetli silahtır. Allah korkusuyla silahlanmayan adama, adam gözüyle bakmak gönül gözü kör olanlara mahsustur. Bizim kısmet Gümüşhane'nin Torul kazasına çıktı. Ankara'nın koyunları ile Torul' koyunları arasında farklılık olacağını sanmıyorum. Otu bol, suyu temiz ve soğuk olan yerlerde biraz daha ılımlı olurlar ya, yine de koyun koyundur. Koyunun hayını olmaz. Koyunun başka bir koyunu sağanı bulunmaz. Koyun it doğurmaz, koyun nerde bulunursa bulunsun insanı ısırmaz. Ya insanlar, benim gardaşım, ya insanlar? Ankara'nın insanları ile Torul'un, Halfeti'nin, Akseki'nin, Devrek'in insanlarını aynı terazide tartarsanız insafsızlık edersiniz. Şehirler büyüdükçe insanları da büyüyorlar. Öyle büyüyorlar ki insana insan gözü ile değil leblebi gözüyle bakıyorlar. Kimin leblebisi çoksa dünyalar onun istediği kadarını yer, istediği kadarını da kendinden büyüğüne ikram eder. Yalçın dağlardan, sarp kayalardan, dik uçurumlardan, karanlık gecelerden, sık ormanlardan, sellerden, kasırgalardan korkmadım amma, büyük şehirlerin büyük adamlarından korktum ben. Kim ki korkmazsa ondan da korkarım. Sana gardaşça bir tavsiyem olacak. Aman ha haftada bir dağlara çıkmayı ihmal eyleme. Arada bir beni hatırla. Ben seni dumanlı dağlarda azığımı yerken, Harşit çayında abdest alırken hep hatırlayacağım. Uzaklık ne demek ki? Ha bugün, ha yarın ebedi mekanda yine beraber olacağız, inşallah oranın gurbetinde olmayız. Gezip dolaştığım tepelere çıktığında selamımı söylersen beni ihya edersin. Ağızsız, dilsiz tepeler duyar mı, anlar mı deme. Sen söyle, onların beni duyacağını biliyorum. Eh... sözün sonuna geldim amma, seni de bir hayli yordum. Bilir misin bir kişi tarafından dahi olsa anlaşılmak ne güzeldir? Vardığım yerden sana adresimi yazar gönderirim. Dostluğumuz son menzile kadar devam eylesin. Alemlerin Rab'bının selam ve rahmeti O'na inananların üzerine olsun. Çoban Gardaşınız Mektup böyle bitiyor. Keşke yanında olsam da bazı soruların cevabını alabilseydim, diyorum. Kısmetse mektuplaşırız. Keşke çoban dostumun ayarında üç-beş tane daha adam bulabilsem... 24. 8. 1990 (.....) ABDURRAHİM KARAKOÇ Çoban'dan Mektuplar, S. 6-9 |
|
|
Şu anda bu konuyu görüntüleyen etkin kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 ziyaretçi) | |
|
|