26 Haziran 2021, 00:50 | #1 |
Ahmet Hamdi Tanpınar
Zaman mefhumuna bir başka bakan, şiirleri, romanları ve edebiyat tarihi araştırmalarıyla bilinse de edebiyattaki yerinin yanında kişiliğiyle dikkat çeken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayat hikâyesidir. “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare geniş bir anın Parçalanmaz akışında.” Zamanın Ahmet Hamdi’nin hafızasından ve edebiyatından akışı üzerine düşündüm hep. Ona göre zaman çok katmanlıydı; öylesine akıp geçemezdi. Şiirlerine ve romanlarına da sirayet ettiği gibi o, anın içinde erittiği geçmiş ve geleceği bir bütün olarak görüyordu. Belki de zamanı değerlendirdiği gibi yaşıyordu hayatı. Rüya estetiğini eserlerinde sıkça işlerken Doğu ve Batı sentezindeydi. Edebiyatın yanında musiki ve resim gibi sanatın başka tondan çağıran alanlarına da ilgi duyuyordu. Bu yazı, bir yerden sonra Ahmet Hamdi’nin hep yarım kalmışlık hissinin kıskacında yol alışının ama hep “bir türlü alamadığını hissedişinin” hikâyesine dönüştü. Hepimizde olacağı gibi ardında yarım kalmış çok şey bıraktı. Diğerlerinden farkı, o yaşarken de her an bunu iliklerine kadar hissederek yaşadı… Çocukluğu ve eğitim hayatı Ahmet, 23 Haziran 1901 yılında, İstanbul’da Şehzadebaşı’nda, üç çocuklu Nesime Bahriye Hanım ve Hüseyin Fikri Efendi’nin ikinci çocukları olarak dünyaya geldi. Yazma tutkusunu hayata geçirmek istediğinde isminin yanına bir de mahlas olarak Hamdi’yi alacak ve adını önemli yazarlar arasına Ahmet Hamdi Tanpınar olarak yazdıracaktı. Annesi Nesime Bahriye Hanım, Trabzonlu Kansızzade’lerden deniz yüzbaşısı Ahmed Bey ve Emine Hanım’ın kızlarıydı. Dedesi Batum’da müftülük yaptığı için Müftüzadeler olarak anılan aileye mensup babası ise aslen Batumluydu. 1871 yılında İstanbul’a gelen Hüseyin Fikri Efendi, medrese eğitimi aldıktan sonra memuriyet yaşamına kadı olarak başlamıştı. 1918 yılında emekli olana dek çeşitli vilayetlerde kadılık yapmıştı. Ahmet’in çocukluğu, babasının memuriyeti sebebiyle Ergani, Kerkük, Musul, Antalya… oradan oraya gezmekle geçti. 1902-1905 yılları arasında Ergani-Maden’delerdi. Sonra İstanbul’a döndüler. Ahmet Hamdi, üç yaşına ait bir keşfini şöyle anlatıyordu: “Ergani Madeni’nde üç yaşımda iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmağa başladı. Bir çeşit çok lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve yağmasını beklerim.” Orhan Okay yıllar sonra kaleme aldığı “Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar” (Şubat 2010, Dergâh Yayınları) biyografisinde Ahmet Hamdi’nin bu keşfini şöyle yorumlayacaktı: “Yukarıdaki ifadenin son cümlesinde, o ânı hatırlamak, hatta karın yeniden yağmasını bekleyerek bu hatıranın uyanmasını istemek Tanpınar’ın mizacına uygun bir iç zorlama veya zihnî bir kurmaca gibi de düşünülebilir. Bu kısa fakat yoğun birkaç cümle arasında üç kelime Tanpınar estetiğinin anahtarlarını verir: bakmak, lezzet ve hayranlık. Bu üç kavramın ifade ettiği ortak duygu ise bir ‘kontamplasyon: temâşâ’ psikolojisiyle ifade edilebilir. Aynı cümleler içindeki netliği ve sarahati uzaklaştıran “buğulu cam” ifadesinin arkasında, flûlu, biraz hüzünlü fakat daha çok ‘empresyonist: izlenimci’ etki dikkate alınırsa Tanpınar’ın estetik programının büyük bir parçası elde edilir. Bütün bunların başında ‘kendime rastladım’ demesi ise, şahsiyetinin teşekkülündeki diğer önemli nirengi noktalarının herhalde hepsinin baş tarafına gelmesi gereken bir formüldür. Tanpınar hayatının hemen her safhasında, her hadise ve sanat eseri karşısında daima ” kendine rastlayan”, daha sonra da kendisiyle didişen insandır.” 1908 yılına dek İstanbul’da yaşadılar. Ahmet bu süreçte Ravza-i Maarif İptidai Mektebi’ne başladı. 1908-1910 yılları arası Sinop’ta geçti; eğitimine Sinop’ta Rüştiye’de devam etti. 1910-1913 arası Siirt’te, Fransız Dominicain Misyoner Mektebi’nde okudu. 1913-1914 yıllarında tekrar İstanbul’a döndüler. Vefa İdadisi’nde sürdürdüğü eğitimine, 1914-1916 yılları arasında Kerkük’te, devam etti. Bu dönem, iyiden iyiye okumaya tutulduğu, bir okuma zevki kazandığı dönemdi. Yıllar sonra bugünlerden söz ederken okudukları arasında Kıssas-ı Enbiya’yı, Cezmi’yi ve Celâl’i anacaktı. Okumak bir dilim kızarmış ekmek üzerine serpilmiş şeker gibi çocukluğunun en özel lezzeti olarak damakta ömürlük bir tattı. 1917 yılının Ekim ayında Hüseyin Fikri Efendi’nin ataması bu kez de Antalya’ya yapılmıştı. Bir kez daha toparlanıp yola koyuldular ancak Nesime Bahriye Hanım rahatsızlandı. Musul’da mola verdiler. Nesime Hanım çok dayanamamıştı; onu tifüsten kaybettiler. Annesini kaybetmek on beş yaşında ilk gençliğini yaşayan Ahmet Hamdi’yi çok sarsmıştı. Çocukluğu filmin en güzel yerinde elektriklerin kesilmesi gibi yarım kalmıştı sanki. Annesini kaybettikten sonra içinden eksilenlerle biraz daha büyümüş gibiydi; acı, insanı büyütüyordu. Hatta kocatıyordu. Rüyalara bugünden sığınmaya başlamış, acısına çareyi şiirde aramıştı. Yayımlanan ilk şiirlerinden biri annesini anlatıyordu. Nesime Hanım’ı Musul’da defnettiler. Sonra da baba, anneanne ve üç çocuklu bir aile olarak 1918 yılına kadar Antalya’da yaşadılar. Kocamış ruhuyla okumaya daha da sarıldı Ahmet. Bu dönemde Yahya Kemal’in gazellerini keşfetmiş, Ahmet Haşim onu derinden etkilemişti. Ayrıca Yeni Mecmua’yı da takip ediyordu. 1918 yılında idadi (lise) eğitimini burada tamamlayan Ahmet Hamdi’yi babası yükseköğrenimi için İstanbul’a gönderdi. İstanbul’un savaş sonrası yokluk yıllarıydı. Hoş, yoksulluk Ahmet Hamdi’nin ömrüne sirayet edecekti. Burada yatılı bir okula yerleşmeyi beklerken önce Rami taraflarında yaşayan bir akrabasında kaldı. Sonra da Kasımpaşa’da yaşayan teyzesinin yanına geçti. Şehrin vaziyetinin yansımaları ve oradan oraya göçebe günler için yıllar sonra şöyle diyecekti: “Formasyonum bu yıllar ve bu hâdiseler oldu.” Ahmet Hamdi önce Halkalı Baytar Mektebi’ne yaptırdı kaydını. Burada bir yıl yatılı eğitim gördükten sonra da Darülfünun’a kaydını aldırdı. Felsefe ya da Tarih okumaya niyetliydi ki Yahya Kemal’in Edebiyat bölümünde ders verdiğini öğrendi. Okumaya, özellikle de Yahya Kemal’i okumaya düşkündü; seçimini yapmıştı. Çok şey öğrendi öğretmeninden; Nedim’i, Baki’yi, Galib’i… Hepsi ayrı lezzet ayrı bir aydınlıktı. Sadece Yahya Kemal mi, daha başka değerli öğretmenleri de vardı: Cenap Şahabettin, Mehmed Fuat Köprülü, Babanzâde Ahmed Naim, Ömer Ferit Kam. Yahya Kemal’in derslerini sadece Edebiyat öğrencileri takip etmiyordu. Başka bölümden de ilgilenen pek çok genç vardı. Ahmet Hamdi burada edebiyatseverlerden bir çevre edinmişti. Ali Mümtaz Arolat, Mustafa Nihat Özön, Rıfkı Melul Meriç… Ama bugünlerden tanışıp ömür boyu sürecek dostluğu Ahmet Kutsi Tecer’le kurmuştu. Daha sonra Yüksek Muallim Mektebi’ne de yatılı olarak devam etti. Buradaki arkadaşları da yine edebiyat, kültür ve sanat alanında güzel işler yapacak isimlerdi; Hasan Âli Yücel, Nurullah Ataç, Necmettin Halil Onan, Mükrimin Halil Yinanç. Aynı zamanda yatakhane arkadaşları olan Yücel ve Onan’la da ömürlük bir dostluk kurmuşlardı. Ahmet Hamdi ömürlük yolculuğunu kelimelerle yapmaya çoktan karar vermiş, adımlarına sağlamlaştıracak renkler ekliyordu… Antalya yaşamında ve eserlerinde çok önemliydi Okurken yaz tatillerinde Antalya’ya, ailesinin yanına gidiyordu. Bu yıllarda yolculuklar, Antalya’nın doğası, denizi ve Güvercinlik adı verilen deniz mağarası onu çok etkiliyordu. Yıllar sonra özellikle mağaradan şöyle söz edecekti: “Estetiğimin temeli olan rüya fikri biraz da bu mağaraya bağlıdır.” 1960’lı yılların başında Antalya Lisesi Edebiyat Öğretmeni Mehmet Özkaynak öğrencilerine Ahmet Hamdi Tanpınar’a mektup yazmasını ödev olarak vermişti. O mektuplardan birini cevaplamıştı Ahmet Hamdi. Öğrenciye şöyle seslenmişti: “Edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? Eserlerimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum. Mektubunuzda beni layıkıyla okuduğunuzu gösteren bir emareye rastlamadım. Yalnız, lise talebesisiniz ve Antalya’dasınız. Yani 1918-1919 yılları arasında aşağı yukarı benim yaşadığım hayatı yaşıyorsunuz. İşte size bunun için yazıyorum. Bulunduğunuz memleketin, belki de orada doğdunuz, hayatımda mühim bir yeri vardır. Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım.” Mektubun bir bölümünde Antalya’ya ilk gelişlerini, denizin, güneşin manzarasını ve bunların edebiyatına yansımasını, bir zamanlar sadece roman okumayı sevdiğini, Antalya’nın Huzur romanındaki etkisini uzun uzun şöyle anlatıyordu: “Antalya’ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda, Hastahanebaşı’nda gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi. Bu manalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı. Bir gün İstanbul’a tahsile gönderecekleri gün, Hastahanebaşı’na giden bu manzara ile bir daha karşılaştım. Fakat büsbütün başka şekilde. Dostlarım Ali Kemahlı ile Nail’in evlerine gidiyordum. Bu evle yandaki evin arasındaki boşluktan yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendiği durgun denizi gördüm. Hiçbir şey insana bu kadar yakın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. Manzara, söylediğim gibi, benim için yeni değildi. Gideceğim evin denize bakan herhangi bir yerinden Nail ile dama oynadığımız taraçadan da görebilirdim. Fakat o anda yeni bir şey gibi görüyordum. Bir iki dakika büyülenmiş gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. Denizin ve aydınlığın dersi miydi? Böyle olsa bile o anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mühim bir şey olduğunu biliyordum. Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu. O devirlerde bu şiire adamakıllı kendimi vereceğim devirdi. Çocuk denecek seviyede ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. Bununla beraber, çözülmesi gereken psikolojik bir muamma karşısında bulunduğumu ve bunun benim gördüğüm şeyle kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. Bu manzaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim. Fakat henüz çare ve fırsatlara sahip değildim. Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat galiba bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyordu. 1921 yılında tekrar Antalya’ya tatil için döndüğüm zaman bir gün yine Hastahanebaşı yolunda iki evin arasında tekrar güneşle birleşmiş, güneşin havuzu ve sarayı olmuş bu su ile karşılaştım. Manzara sadece muhteşemdi. Fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. Hiçbir şey bu kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayrı olamazdı. Bu, şiire adamakıllı kendimi verdiğim sene idi. Birçok şair okumuştum. Yahya Kemal’i, Haşim’i tanıyordum. Zannederim ki, o gün kendi şiirimin benim dışımda örneğini gördüm. Bunu gerçekten anladım mı? Bir insan kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona erişebilmemiz için çok şeylerden kurtulmamız lazımdır. Bu, bende çok geç oldu. 1921 yılında ise, ben henüz bu çağda değildim. Dilin dışında hiçbir şeyin üzerinde duramıyordum. Aynı günlerde, yine bulunduğumuz memlekette denizin bir başka manzarasıyla karşılaştım. Güvercinlik denen deniz mağarasını gördüm. Bu mağara suyun hücumuyla, açılıp kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey oldu. Dediğim gibi, gördüklerimi henüz küçük bir keşif haline getirecek seviyede değildim. Fakat estetiğimin temeli olan rüya fikri, biraz da bu mağaraya bağlıdır. Huzur romanımda Antalya’dan bahis vardır. Hastahanebaşı’ndaki kayalar, güvercinlik ve deniz, Mümtaz’ın iç hayatının adeta örgüsünü yaparlar. Fakat dikkatli okumak, gizli bağları bulmak lazımdır. Bütün roman bu iç zemin üstüne düşer. İstanbul denizi ve Boğaziçi geceleri gene bu senelerde gelir. Fakat asıl hayaller dünyanın bir tarafını çocukluğumun yıldızlı geceleri ve insana yalnız nefsinin ve aczinin sembolü dağlar, bir tarafını deniz üzerine anlattıklarım teşkil eder. Bunlar benim şiirlerimin “algebre” tarafıdır diyebilirim. Yıldızlı gece ve denize, dağın içimizde uyandırdığı yalnızlık duygusundan gittim. Deniz insanla durmadan konuşur. Bununla beraber yalnızlık duygusu benden gitmiş değildir.” Dergâh Mecmuası ve bazı ilk adımlar Ahmet Hamdi’nin “Şehriyar” adını verdiği ilk şiiri, 5 Kasım 1920’de Şebâb’ın 15. sayısında yayımlandı. 28 Ağustos’ta ise “Birinci İkramiye” adlı öyküsü yayımlanmıştı. Yine aynı yıl çeviri yapmaya da başlamıştı. İlk çevirisi, Magdalene Rock’tan “Bir Hikâyedir”di ve 24 Temmuz’da Servet-i Fünun, 1457-1459 sayısında okurla buluştu. Ahmet Hamdi ve okuldan birkaç arkadaşı, Yahya Kemal’in hep etrafındaydı. Nihayet 1921 yılında bu durum bir emeğe dönüştü; dönemin en dikkat çeken yayını Dergâh Mecmuası’nı çıkarmaya başladılar. Bu hazırlık onlara çok şey öğretti; edebiyat alanında çok önemli bir tecrübeydi. Ahmet Hamdi ilk şiirlerinin pek çoğunu burada yayımladı. Mecmua, çocukluğunda çok severek okuduğu Ahmet Haşim’i ve Yakup Kadri’yi de katmıştı çevresine; birikiyor, çoğalıyor ve böylece içindeki edebiyat sevgisi de büyüyordu. Antalya’daki öğrenciye yazdığı mektupta elbette Yahya Kemal de vardı. Onun yazı diline yansımasını şöyle anlatıyordu: “Bittabi bu manzaraları bu şekilde örebilmem için hayata İstanbul gibi bir deniz şehrinden bakmam gerekirdi. Şiirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam Yahya Kemal oldu. Haşim’i daha evvel okumuş ve sevmiştim. Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular. Yahya Kemal’in derslerinden -fakülte hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. Gâlib’i, Nedîm’i, Bâkî’yi, Nâilî’yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı.” Yaşamında edebiyat adına bir diğer adımsa yine bu dönemde Batı edebiyatını tanımaya yönelmek oldu. Hayatı boyunca hep sevmeye devam edeceği şairleri okumaya başlamıştı. O isimleri “Yaşadığım Gibi” adlı eserinde şöyle anıyordu: “Yahya Kemal’den sonra ilk büyük keşfim Baudelaire oldu. Bu büyük şairi daima sevdim. Hattâ diyebilirim ki, sade şiir için değil, hayat için bir hoca telâkki ettiğim devirler oldu… Sonra sırasıyle, Verlaine, Mallarmé geldiler.” Osmanlı’nın son döneminde değerlere yabancılaşma da söz konusuydu. Pek çok şey sorgulanıyordu. Şeyh Galip edebiyatta, İsmail Dede Efendi de musikide son sözlerini söylemişti artık. Şimdi yeni sözler, yeni sesler bulmanın zamanıydı. Batı karşısında kendi geleneklerine bağlı kalarak yeniden var oluşun sözleri söylenmeliydi. Bu bir şekilde tarif edilmesi gereken bir sancıydı ve Ahmet Hamdi, tüm benliğinde hissediyordu. Doğu Batı düzleminde benimsediği hayatında geçmişinden kopmadan yeninin güzelliğini keşfetmek için yazıyordu. Öğretmenlik yılları, şiir ve musikiye bakış Şubat 1923’te Şeyhî’nin “Hüsrev-ü Şirin” başlıklı mesnevisi üzerine bir tez hazırlayarak okuldan mezun oldu. Yine aynı yıl Erzurum Lisesi’ne atandı. Elbette yazmaya devam ediyordu. 1924 yılında Eylül ayının sonunda Erzurum’da meydana gelen büyük depremde oradaydı ve şehre etkisini “Erzurumlu Tahsin” adlı hikâyesinde yazdı. 1 Ekim’de şehre gelen Mustafa Kemal Paşa ile tanışma ve kısa da olsa konuşma şansı da bulmuştu. 17 Ocak 1925’te Konya Lisesi’ne atandı. Buradaki görevi sırasında askere alındı; görevini Kolordu Topçu Alayı’nda er olarak yaptı. Dokuz aylık görevinin ardından mesleğine geri döndü. Sanatta nasıl bir yol izleyeceğini aradığı bir süreçteydi. Özellikle şiir üzerine incelikli düşünüyordu; yönü Valery’yi okuduğunda anlam kazandı. Antalyalı öğrenciye yazdığı mektubunda Valery’den yola çıkarak şiir anlayışını şöyle anlatacaktı: “Asıl estetiğim Valery’yi tanıdıktan sonra (1928-1930) yıllarında teşekkül etti. Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musikî ve rüya, Valery’nin, ‘Velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır,’ cümlesini, “en uyanık bir gayret ve çalışma ile dildeki bir rüya halini kurma,” şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar.” Ekim 1927’de Ankara Erkek Lisesi Edebiyat Öğretmeniydi. Ankara’da görev yaptığı süreçte öğrencileri arasında geleceğin önemli yazar ve şairleri vardı: Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Ahmet Muhip, Fuat Bayramoğlu, Samet Ağaoğlu, Salim Rıza Kırkpınar, Cahit Tanyol. Aynı yıl talihsiz bir olay yaşanmıştı. Günlüğüne Harbiye İhtiyat Zabit Mektebi’nde bir hafta hapis yattığını üzüntüyle hatırladığını yazmış, ancak sebebinden hiç söz etmemişti. Yine bir askerlik görevi öğretmenliğine ara vermesine sebep oldu. 1 Mayıs 1928’de yedek subaylık için İstanbul Mekteb-i Harbiye’ye sevk edildi. Buradan 20 Ekim’de topçu zabit vekili (asteğmen) olarak mezun oldu. Ağustos 1929’dan itibaren Ankara Lisesi’nin yanı sıra Gazi Terbiye Endüstrisi’nin bünyesinde yer alan Musiki Muallim Mektebi’nde de görev aldı. Ömrü boyunca sürecek Beethoven hayranlığı burada başlamıştı. Batı müziği konusundaki bilgisi ve zevki için de yine bu okula borçlu hissediyordu. Yine aynı mektupta şiirin ve musikinin sanatındaki yerini şöyle açıklayacaktı: “’Ne içindeyim zamanın’ şiiri, şiir halini, kozmosla insanın birleşmesini nakleder ki bir çeşit murakabe (içine dalma) ve rüya halidir. Görüyorsunuz ki, hakikî romanın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. Zaten rüyanın kendisinden ziyade, benim şiir anlayışımda, bazı rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asıl olan duygu bu duygudur. Musiki burada işe girer. Çünkü bu duygu musikişinas olmamak şartıyla musiki sevenlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer. Bunu, yaşadığımızdan başka bir zamana gitmek diye tarif edebilirim. Başka türlü ritmi olan ve mekânla, eşya ile içten kaynaşan bir zaman. İkinci şiir ‘Boğazda Akşam’, şiirin örgüsünü anlatır. Bu şiirde realite olarak tek bir bulut vardır. Akşamla bu bulut değişir, fakat biraz kavis olur ve ölür. Attığı çığlıklar camlarda tutuşur, fakat biraz sonra tekrar bir yıldız olarak gelir, Boğaz sularında yüzer. Böylece bir bulut, bir obje etrafında bir atmosferin kurulması hikâyesi. Burada musiki ile bir benzerlik vardır. Musiki durmadan değişir. Değişerek âleminizi içimizde kurar. Bunların dışında şiirin yapısı yahut neticeye bizi vardırarak çalışmanın kendisi gelir.” 03-21 Ağustos 1930 tarihlerinde Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi düzenlendi; Ahmet Hamdi de katılmış, 17 Ağustos’ta “Divan edebiyatının öğretimdeki yeri” başlıklı bir konuşma yapmıştı. Edebiyatın Tanzimat dönemiyle başlatılmasını ve eski şiirin de lise müfredatından kaldırılmasını teklif ediyordu. Oysa o dönem tartışmalara sebep olan bu fikri yıllar sonra değişecek ve “Yaşadığım Gibi”de Ankara günlerinde “aşırı Batıcı” olduğunu kabul edecekti: “1932’ye kadar çok cezrî bir garpçı idim. Şark’ı tamamiyle reddediyordum. 1932’den sonra kendime göre tefsir ettiğim bir Şark’ta yaşadım. Asıl yaşama iklimimizin böylesi bir terkip olacağına inanıyordum. Beş Şehir ve Huzur bu terkibin araştırmalarıdır. Yazacağım öbür eserlerin de çekirdeği budur.” Ankara’da görev yaptığı okullara Eylül 1931’de Ankara Kız Lisesi de eklenmişti. Ve 1932 yılının sonbaharında Kadıköy Lisesi’ne atanınca, yıllar sonra yeniden doğduğu şehre döndü. Ardından bir süre de Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde görev aldı. Bu dönemde yeniden şiirler yazmaya da başlamıştı. 1926 yılında Millî Mecmua’da, “Ölü” adlı şiiri yayımlandı. "Leylâ" şiiri hariç toplam yedi şiiri de 1927-1928 yıllarında Hayat Dergisi’nde yayımlandı. İlk yazısı da yine 1928 yılında Hayat Dergisi’nde yayımlanmıştı. Şiirin yanında tekrar çeviriye de başlamıştı. E.T.A Hoffman’dan “Kremon Kemanı” ve Anatole Francetan “Kaz Ayaklı Kraliçe Kebapçısı” çevirileri 1929 yılında yine Hayat Dergisi’nde yayımlandı. 1926-1932 yılları arasında Ahmet Kutsi Tecer ile Görüş adını verdikleri dergiyi çıkardılar. Ahmet Hamdi derginin ilk sayısında iki makale birden yayımlamıştı. Böylece düzyazılar yaşamında profesyonel olarak yer edinmeye başlamış oldu. Dergi sürecini ve kapatma sebeplerini şöyle özetliyordu: “Kutsi, Avrupa’dan yeni gelmişti. 1926’da geçirdiğim krizle 1932 arasında, Kutsi ile Görüş mecmuasını çıkardık; dört nüsha kadar. Burada kendi estetiğimizi anlatmak fırsatı bulduk. Görüş’ün beşinci sayısı, Goethe sayısı olacaktı. Goethe hakkında gelen yazıları basmamak için mecmuayı kapadık.” 4 Haziran 1933’te Ahmet Haşim hayata veda edince Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki kadrosu boşaldı. Bir zamanlar hayranlıkla eserlerini okuduğu şairin yerine göreve atanmıştı. Ekim ayından itibaren “Bediiyat (Güzel Sanatlar) ve Mitoloji” ile “Şark Sanatları Tarihi” derslerini okutmaya başladı. Konservatuar çevresinde klasik Batı müziğini tanımıştı. Resim sanatıyla da ilgileniyordu. Akademi’de geçen yılları eserlerine yapı ve estetik açıdan zenginlik kazandıracak, buradan bolca beslenecekti. 1936 ve sonrasında Ahmet Hamdi, resim, heykel ve müzeler üzerine yazılar yazdı. Burada da öğrencileri arasında geleceğin önemli ressamları vardı: Bedri Rahmi, Fuat İzer, Nuri İyem, Turgut Zaim, Avni Arbaş, Selim Turan. Onların sergilerini takip ediyor, haklarında yazdığı eleştiri yazılarıyla da destek veriyordu. 5 Ocak 1934’te bir sarsıcı kayıp yaşadı; babası Hüseyin Fikri Efendi vefat etmişti. Bu sefer küçük değildi ama nihayetinde her yaşta onların çocuğuydu. 30 Mart-15 Mayıs 1937 tarihleri arasında 45 günlük askerî eğitim stajını tamamlamak için 43. Topçu Alayı, 7. Batarya’nın yer aldığı Kırklareli’ye gönderildi. Kitap hâlinde yayımlanan, bir Tevfik Fikret derlemesi olan ilk çalışması “Hayatı, Şahsiyeti, Şiir ve Eserlerinden Parçalar” (1937, İstanbul, Semih Lütfi Kitabevi) alt başlığıyla çıktı. Yeni Türk Edebiyatı Profesörü Ahmet Hamdi Tanpınar Ahmet Hamdi, 1938 yılında ciğerlerinden rahatsızlanmış ve uzun süre prevantoryumda yatmıştı. 15 Kasım 1939 yılında dönemin Maarif Vekaleti (Eğitim Bakanı) Hasan Âli Yücel’in emriyle Tanzimat’ın 100. yıldönümü için edebiyat fakültesi bünyesinde kurulan 19. Asır Türk Edebiyatı kürsüsüne “Yeni Türk Edebiyatı Profesörü” olarak atandı. Kürsüde okutulmak üzere Tanzimat sonrası Türk edebiyatı tarihini yazma görevi de Ahmet Hamdi’ye verilmişti. Ahmet Hamdi’nin bu göreve getirilmesi çok tartışılmıştı, çünkü şimdinin denkliğiyle doktorasını almamıştı. Oysa yöntemi ve üslubuyla eşsiz bir edebiyat tarihi metni yazmıştı. Dönemin yazarlarından İbnülemin Mahmud Kemal İnal’la eski edebiyata dair meseleleri tartışıyordu. İnal, Ahmet Hamdi’nin bilgisinden ve özverili çalışmasından çok etkilenmişti. Bu ders kitabını yazmak da Ahmet Hamdi’yi etkilemişti 1940’larda yazı işleri de bu etkiyle yeni Türk edebiyatı kapsamında şekil aldı. Kitap tanıtım yazılarıyla İslam Ansiklopedisi’ne maddeler yazdı. Bu yıllar her ay birkaç yazı yayımladığı verimli bir dönemdi. Üniversite hocası unvanıyla halkevlerinde bir dizi konferans verdi. Ağustos 1940’ta üçüncü ve son kez askere çağrıldı; Kırklareli’de topçu teğmeni olarak görev aldı. 1942 yılında ikinci kitap çalışması “Namık Kemal Antolojisi”ni (İstanbul, Ahmet Halit Kitabevi) çıkardı. Siyasi kariyeri ve ilk romanı Mahur Beste Ahmet Hamdi, edebi kariyerinin yanında siyasi bir adım da attı. Şubat 1943’te, Maraş’ın kurtuluş bayramı vesilesiyle şehri ziyaret etti. 28 Şubat’ta yapılan ara seçimlerde Maraş’tan milletvekili seçilmişti. 8 Mart’ta üniversitedeki görevinden ayrılarak Ankara’ya giden Ahmet Hamdi, 1943-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki yerini almıştı. Görevi süresince edebiyat alanında da en verimli dönemlerinden birini yaşadı. Ancak siyasi adımından memnun değildi. 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları vesilesiyle Erzurum’a tekrar gitmişti. Bu, bu şehre üçüncü gelişiydi. Bu süreçte “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, “Bir Yol”, Erzurumlu Tahsin”, “Geçmiş Zaman Elbiseleri” ve “Evin Sahibi” adlı hikâyelerini “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” (1943, İstanbul, Ahmet Halit Kitabevi) adı altında kitaplaştırdı. Aynı yıl Euripides’ten de üç çevirisi yayımlandı: Alkestis, Medeia, Elektra (1943, Maarif Vekâleti Yayınları) 1944 yılında, ilk romanı “Mahur Beste” de 56. sayıdan itibaren Ülkü Dergisi’nde tefrika edildi. Mahur Beste’de, daha sonra gelecek Huzur ve Beş Şehir’de zaman ve mekân kavramı iç içeydi. Ahmet Hamdi için zaman çok yelpazeli bir kavramdı. Geçmiş, şimdi ve gelecek onun gözünde ve kaleminde anın içinde eriyip bir bütünü oluşturuyordu. Tıpkı şiirinde de dediği gibi: “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir ânın Parçalanmaz akışında. Mahur Beste, 1944’teki tefrikasından yıllar sonra 1975 yılında kitap olarak basıldı. Ahmet Hamdi bu eserini Lale Devri’nin ünlü hanende ve bestekârı Eyyübi Ebubekir Ağa’ya ithaf etmişti. 1946 seçimlerinde partisi tarafından tekrar aday gösterilmedi. Ekim 1946’da milletvekilliği görevi sona erdiğinde üniversitedeki görevine dönmek istiyordu, ancak bu üç yıl sürdü. Bu süreçte 1946-1947 yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı’nda müfettişlik yaptı. Daha önce bir dergide yayımladığı, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’un monografilerini “Beş Şehir” (1946, Ülkü Yayınları) adını verdiği bir kitapta topladı. Bu kitabı üstadı Yahya Kemal’e ithaf etmişti. Aynı mektupta şöyle anlatıyordu: “Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı. Bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. Hakikatte estetiğimiz ayrıdır. Yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. Beş Şehir adlı kitabım onun açtığı düşünce yolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. İki defasında da bu kitap bulunduğum yerde basılmadı ve ben bu ithafı yapamadım.” Adıyla birlikte anılacak en sevilen romanlarından “Huzur” da 1948 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilmeye başladı. Bir yıl sonra üzerinde yaptığı değişikliklerle “Huzur” romanı (1949, Remzi Kitabevi) kitap olarak basıldı. Ahmet Hamdi İstanbul’cuydu. Beş Şehir’deki şehirlerden de biriydi. Şehirlerin doğal ve kültürel özelliklerini şairane bir dille anlatıyordu. İnsanları olduğu gibi, şehirleri ise keskin bir gözle aktarıyordu. Ancak özellikle İstanbul için yazdıkları, orayı tüm gerçekleri ve kendi hayal gücüne yansıyanlarla anlatırken, hiç görmeyen bir insanı bile şehre hayran bırakıyordu. Şehri bilenlere ya da orada yaşayanlara da bir başka bakış açısı kazandırıyordu. Huzur’da da Nuran ve Mümtaz’ın aşkının arka planda tam bir İstanbul güzellemesi vardı. Bir diğer şehri ise Bursa olmuştu; Ahmet Hamdi’nin kelimeleri arasında bu şehir yeniden ve bir başka hayat kazanıyordu. Mehmet Kurtoğlu, “Tanpınar’da Şehir ve Kadın” adını verdiği eserinde Ahmet Hamdi’nin şehre bakışını şöyle özetliyordu: “Onun anlattığı şehirler, gerçekte görünmeyen şehirlerdir. Gördüğünüz İstanbul ile onun anlattığı İstanbul farklıdır. O gördüğü şehri anlatırken, içindeki şehri de anlatır. Daha açık ifadeyle onun iç şehri ve dış şehirleri vardır. İç şehirleri öncül bilgilerin, yaşanmışlıkların, tarih ve felsefenin oluşturduğu şehirlerdir. Dış şehirleri ise gördüğü daha doğrusu herkesin görebileceği şehirlerdir. Tanpınar bu iki şehri algısını bütünleştirerek bize yeni şehirleri anlatır. Bu anlamda ‘Beş Şehir’ onun yeniden inşa ettiği şehirlerdir.” Ahmet Hamdi, 8 Ekim 1948’de akademideki kadrosuna geri döndü. Uzun bir zamandır hazırlığı için çalıştığı “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” (1949, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Yayınları) ders kitabını yayımladı. Uzun süreli bir hayal: Avrupa gezisi Ahmet Hamdi ilk gençliğinden bu yana Avrupa gezisine çıkmayı hayal ediyordu. Hayaline adım adım yaklaşmıştı. 1950 yılının sonunda açılan Maya Sanat Galerisi, çok geçmeden Adalet Cimcoz’un beş yıl boyunca İstanbul’un ressam, heykeltıraş, yazar ve şairlerini bir araya getirdiği bir buluşma noktası hâline gelmişti. Bu sırada Ahmet Hamdi hâlâ Narmanlı yurdunda yaşıyordu ve galerinin daimi konuklarındandı. Ahmet Hamdi 20 Mart 1951’de İstanbul Üniversitesi’nde çıkan senato kararıyla, en yakın arkadaşlarından Nesterin Dirvana ve Süheyla Bayrav’ın da görevli olduğu, Fransız Dili ve Edebiyatı Kürsü Başkanlığı’na atandı. Daha sonra kürsüye asistan olarak gelecek isimlerden biri de Tahsin Yücel’di. Nihayet sırada Avrupa gezisi vardı şimdi. 30 Mart 1953 yılında fakülte tarafından altı aylığına Avrupa’ya gönderildi. Ayrıca Almanya, İngiltere, İspanya, Hollanda, Belçika, İtalya ve Avusturya gibi ülkeleri de görme imkânı bulmuştu. Rotasını hep önemli müzelerde görmek istediği tablolar belirliyordu. Edebiyatı ve sanatıyla yakından ilgilendiği Avrupa ülkelerini görmek, burada araştırmalar yapmak için gittiği Fransa ona iyi gelmişti. Ahmet Hamdi’nin yıllar sonra yayımlanan günlüklerinde bugünleri anlatımı, 21 Nisan 1953 tarihinde Paris’te başlıyordu. Burada en çok resimden etkilenmişti. Sanata, özellikle resme verilen değer şehrin havasına karışmış gibiydi. Müzelerde gördüğü tabloların orijinallerini görmek, onu müthiş heyecanlandırmıştı. Zaman zaman İstanbul’dan gelen dostlarını da Paris’in çevresinde kısa gezilere çıkarıyordu. Paris, onu sadece resimle değil edebî yönüyle de etkilemişti. Mayıs ayında Chartres’a, oradan da Proust’un yaşadığı Île’e geçmişti ve bir mektubunda bu geziler için şöyle yazıyordu: “Hiçbir şey bu kadar beni mesut edemezdi.” Avrupa seyahatleri sırasında da Türkiye’de yazdıkları yayımlanmaya devam etti. 6 Kasım 1953’te Türkiye’ye döndü. Bu süreçte Ankara’da, Atatürk’ün naaşının Anıtkabir’e nakledilmesinin tören hazırlıkları vardı. 9 Kasım’da yapıldı. Döndüğü için kendini tuhaf hissediyordu. Ne İstanbul ne de üniversite aynıydı sanki ya da uzun bir ayrılığın ardından hemen ısınamamıştı. Günlüğüne sık sık yeterince çalışamadığını, üretemediğini yazıyordu. Silkelenip kendine gelmek için birkaç makale üzerinde çalıştıktan sonra, yıllar içinde adıyla romanlarından biri olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü yazmaya başladı. Roman, ilk kez 20 Haziran-30 Eylül 1954 tarihleri arasında Yeni İstanbul Gazetesi’nde tefrika edildi ve 1961 yılında basıldı. Ahmet Hamdi, şiirlerinde sembolist bir dil kullansa da romanlarında daha gerçekçiydi ve sosyal sorunları irdeliyordu. Türk insanının Doğu ile Batı arasındaki bocalamasını konu alan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, kendine has simgeci anlatımıyla insanın paraya, şöhrete verdiği öneme ve bir anda değişebileceğine dikkat çekiyordu. Hikâyeyi, çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen, sonraki zamanlarını da Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan Hayri İrdal’ın anıları şeklinde kurgulamıştı. Avrupa dönüşü ve tekrar gidişleri Avrupa dönüşünde ortama kolay adapte olamamıştı. Bir süre Cihangir’de Tavukuçmaz Sokağı’nda oturdu ve sonra ömrünün sonuna kadar değiştirmeyeceği Gümüşsuyu’ndaki evine taşındı. 1954 yılının Ağustos ayı başında Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde araştırma yapmak için, bölüm asistanları Ömer Faruk Akgün ve Mehmet Kaplan ile birlikte Ankara’ya gittiler. Ahmet Hamdi, bugünlerde XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi üzerine çalışıyordu. 1 Şubat-4 Mart 1955 tarihleri arasında düzenlenen Filmoloji Kongresi’ne katılmak için tekrar Paris’e gitti. Günlüğünde bu seyahatten hiç söz etmemişti, ancak Adalet Cimcoz’a yazdığı iki mektup ve “Yaşadığım Gibi”de yer verdiği “Dolu Bir Gün” başlıklı yazısı bu seyahati anlatıyordu. 4 Mart’ta İstanbul’a döndüğünde üzerine çalıştığı ikinci hikâye kitabı yayımlanmıştı. “Yaz Yağmuru”, “Acıbademdeki Köşk”, “Rüyalar”, “Teslim”, “Yaz Gecesi”, “Adem’le Havva” ve “Bir Tren Yolculuğu” hikâyelerinin yer aldığı kitap, “Yaz Yağmuru” (1955, Nakışlar Kitabevi) adıyla çıktı. Fakülteye geldiğinden beri çalıştığı XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi üzerine eklemeler ve değişiklikler yapmıştı; güncel hâli 2 Temmuz 1956 yılında ikinci kez basıldı. Ancak kitabının basılmasını gölgeleyecek kadar üzüntülüydü; hayatının neredeyse tamamına sirayet eden parasızlık, bugünlerde yine kendini daha fazla hissettirir olmuştu. Yine de üretmekten vazgeçemezdi. Bu dönemde senaryo üzerine çalışmaya da başladı. Günlüğüne de hayatının özellikle son yıllarındaki parasızlık sorununu çözmek için senaryo yazmak istediğini yazmıştı. Arşivinde yer alan bir senaryo taslağı da bu çalışmalara önemli bir mesai harcadığını düşündürüyordu. Asistanı Ömer Faruk Akün’ün, hocası Ahmet Hamdi’nin ölümünün ardından yazacağı ilk ayrıntılı biyografide yer alan bilgiye göre Ahmet Hamdi, 1956 yazı başlarken bir senaryosunu tamamlayıp filminin çekilmesi için stüdyoya teslim etmişti. Ancak bu senaryonun Sahnenin Dışındakiler romanından (İyişeyler Yayınları) uyarlanarak yazılan “İki Ateş Arasında” adlı senaryo olup olmadığı kesin değildi. Ahmet Hamdi, 28 Ağustos-4 Eylül 1957 tarihleri arasında düzenlenen Milletlerarası XXIV. Müsteşrikler Kongreis’nde Türkiye’yi temsil etmek için katıldığında bu, Avrupa’ya üçüncü gezisiydi. Kongrede “Üç Şehirli Masalı” başlıklı bir tebliğ sundu. “Altmışında Seyyah Güvercin” imzasıyla Tarık Temel’e gönderdiği 4 Eylül 1957 tarihli mektuba göre bu seyahati vesilesiyle Eylül ve Ekim ayını kütüphanelerinde araştırma yapmak amacıyla Fransa ve Viyana’da geçirmişti. Münih hakkında ise sadece birkaç sergi ve bir yığın müze gezdiğinden söz ediyordu. Ayrıca mektupta doktor arkadaşına sağlığı hakkında da rapor veriyordu. Yönlendirmesiyle Dr. Jean Bernard’a muayene oldu. Bu seyahatten döndüğünde yarım bıraktığı işlerini toparlamaya koyuldu. Yaşadığım Gibi adını verdiği denemelerini bu dönemde yayımlamaya başladı. Yeni bir roman için de çalışıyordu. Yıl sona ermeden öğrencilik döneminden bu yana en yakın dostlarından biri olan Yunus Kazım Köni’yi kaybetti; çok sarsılmıştı. Mart 1958’de göğüs hastalığından sebep Cerrahpaşa Hastanesi’nde iki ay süren bir tedaviye alındı. Arkadaşının ölümü üzerine yaşadığı hastane süreci onu tuhaf bir psikolojiye sokmuştu. Elindeki işlerin yarım kalacağı korkusu içine öyle bir çöreklenmişti ki bir telaşa kapıldı; hepsini tamamlamak istiyordu. 27 Mart’ta Hasan Âli Yücel’e yazdığı mektupta özellikle şiirlerini toparlamak istediğini söylemişti. Bir kıskacın içinde gibiydi. Daha çok sağlık problemleri ve maddi zorluklarla geçen bu yıl, psikolojisini öyle etkilemişti ki bir yandan çok çalışmak istiyor bir yandan da kendini toparlayıp verimli bir şekilde çalışamıyordu. Belki zamanla toparlardı da yaprak dökümü başlamıştı bir kere. 1 Kasım 1958’de onun için çok değerli hocası Yahya Kemal’i de kaybedince sanki omzuna bir ağırlık daha yüklendi, sol yanında birikti. Tarifi imkânsız yıkık dökük bir duyguyla hep çok şey borçlu hissettiği hocası Yahya Kemal’in biyografisini yazmak için çalışmaya başladı. Ancak ömrü vefa etmeyecekti; 1963 yılında Yahya Kemal’i Sevenler Cemiyeti tarafından yayımlanabildi. Sabahattin Ali ile Son yıllarında gezileri Ahmet Hamdi, son yıllarında giderek artan bir duyguyla yeterince değer görmediği inancına kapılmıştı; kırgındı. Bir yandan delicesine yazmak, üretmek istiyor bir yandan da çok ve iyi eserler veremediği düşüncesinin kıskacında çırpınıyordu. İyiden iyiye kendine dönmüştü. Günlüğünün sayfalarından okunuyordu bu izler. Baktığı her yerde gördükleri üzerine düşünen ve üreten Ahmet Hamdi, şimdilerde kendisiyle rutin bir didişmedeydi. Çok sorguluyor, kurduğu mahkemede kendini yargılıyor ve hükmü veriyordu. Gündemde hep parasızlık ve bir şeylere geç kalmışlık, bundan böyle de hiçbir şeye yetişemeyecek olmanın kaygısı vardı. Günlüğünden 9 Ocak 1959 tarihli sayfada şöyle diyordu: “Dört kitap neşredebilirim: Mösyö Teste, Paris Tesadüfleri, Yahya Kemal ve neşrini istemediğim Şiirler. Bir kitapçı bulmam lazım.” Yarım işlerle dolu dosyaları tamamlamak ve yeni projelere daha sakin bir kafayla başlamak niyetiyle adım attığı 1959 yılı kararlarından, sadece Şiirler’in basıldığını görebilecekti. Şiir söz konusu olduğunda da kendini acımasızca eleştiriyordu; hiçbir zaman yazdığıyla yetinemiyordu. 10 Şubat tarihli günlüğünde şiirlerini kitaplaştırmaya çalışırken tek tek eleştirel bir bakışla yeniden gözden geçirdiğini yazmıştı. Aslında Valery’nin “Mösyö Teste” çevirisi için uzunca bir süre çalışmış, hatta önsözüyle birlikte birkaç bölümünü de yayımlamıştı. Ancak tamamlayamadı. Son günlerine kadar bitirmek için çalıştığı bu çeviriye ait pek çok sayfa İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü arşivinde kendine yer bulacaktı. Çalışmaktan kaçmıyordu ama öyle sık hastalanıyordu ki sürekli bölünmeler yaşıyordu. Yine bu yılın Mart ve Nisan aylarını da anfizem sebebiyle Cerrahpaşa’da geçirdi. 15 Mayıs’ta taburcu olur olmaz bu kez bir yılı Avrupa’da geçirdi. Tüm bu zamanların acısını çıkarmak istiyordu. Rockfeller bursuyla tekrar Avrupa’daydı. Yine de bu gidişi diğerlerine benzemiyordu. Belki hastalıklarından sebep yaşlılık psikolojisine girmişti. Önceki seyahatlerinin heyecanını duyamıyordu. Paris’teydi ama yorgun ve yalnız hissediyordu. Özellikle ilk günler büsbütün bu ruh hâliyle geçti. Fontainebleau ve Valvins, Rambouillet, Beauce, Vendome, Loire kıyıları, Orleans, Besançon… Temmuz ayı boyunca Paris’te sık sık gezdi. Ağustos ayında Londra’ya geçti ve sonbaharını da Güney Fransa sahillerine ayırmıştı. 12-25 Eylül arasında Antibes’e, yakında arkadaşı Abidin Dino ve eşi Güzin Dino’nun yanına gitti. Birlikte bol bol gezdiler; Cannes’a ve Nice’e gittiler. Picasso Müzesi’ni ve en sevdiği ressamlardan Bonnard’ın yaşadığı, geçtiği yerleri ziyaret etti. 26-28 Eylül tarihlerinde Sete’deydi. Burada olmak onun için çok özeldi; en sevdiği şairlerden Valery’nin mezarı buradaydı. Yine de hep bir geç kalmışlık sarıyordu ruhunu. Mektuplarında burada olmanın verdiği hissiyatı şöyle anlatıyordu: “Otuz senedir ‘Deniz Mezarlığını’ ilk okuduğum günlerde tasavvur ettiğim hayal nihayet hakikat oldu, ben Sete’deyim. Fakat eski heyecanım kalmadı.” Sete’den sonra da Valery’nin izinden ayrılmadı; Montpellier’deydi. Çevirmek için son ana kadar çalıştığı Mösyö Teste’de geçen bahçede de Valery’i bulmuştu. Ekim ayının ilk günlerinde onu ardında bırakıp Paris’e dönerken şimdi kendisini ona daha yakın hissediyordu. Yine de bu uzun Güney Fransa gezisini şöyle tanımlıyordu: “Fena değildi, fakat mahduttu.” Ahmet Hamdi, 1960 yılına Paris’te, çoğunluğu Türklerden oluşan arkadaş çevresiyle girmişti. Bu yıl için tek düşüncesi, bilyeler gibi etrafa saçılmış hissiyatı taşıdığı şiirlerini toparlamak üzerineydi. Yeditepe Yayınları’nın sahibi Hüsamettin Bozok ile anlaşılmıştı. Hatta avans bile almıştı. Artık kitabın basılması kaçınılmazdı ve bu da Ahmet Hamdi’ye sıkışmış hissettiriyordu. Tüm duygular içinde bir tufan oluşturuyordu sanki. Kitap işlerinin takibini Adalet Cimcoz’a bırakmıştı. Bu dönemde onu heyecanlandıran, bir çocuk gibi sevindiren bir şey de olmuştu. 6-12 Şubat tarihlerinde Zürih ve Münih’e gitti. Bu kısa gezide Ankara yıllarından beri büyük bir tutkuyla sahip olmak istediği dinleme cihazlarından satın aldı. Bütçesinin büyük bir bölümünü ayırmıştı ama olsun, çok uzun zamandır onda tutkuya dönüşen müziği gündelik hayatına dahil etmişti. 27 Mayıs ve yansımaları Ahmet Hamdi 1960 yılında Mart ayının son haftası fıtık ameliyatı oldu. İki haftalık hastane sürecinde yanında Paris’teki yakın arkadaşlarından Dr. Larosa vardı. Nisan ayında kendini biraz toparlamıştı. Aslında aklı Türkiye’de yaşanan olaylardaydı. 28 Nisan’da günlüğüne şöyle yazmıştı: “Talebelerim ve arkadaşlarım hatalı olsa dahi ıstırap çekiyorlar. Kötü vaziyetteler. Ve daha mühimi vatanda elim, ağır hadiseler geçiyor.” Mayıs ayının ortalarında İspanya’ya giden Ahmet Hamdi, 27 Mayıs’ta Türkiye’de yaşanan darbeyi, 28 Mayıs’ta Paris’e döndüğünde öğrenmişti. Ve 7 Haziran’da ülkeye dönüş yaptığında ciddi bir siyasi kriz söz konusuydu. Sağlık sorunları ve parasızlık sıkıntısına şimdi bir de ülkenin gergin vaziyeti eklenmişti. Verimli bir çalışma ortamı bulamıyordu. En büyük korkusuysa hâlâ yarım kalan işlerini bitirmeye ömrünün yetmemesiydi. Aslına bakılırsa insan bir gün öldüğünde zaten her şey yarım kalmayacak mıydı? Neredeyse bütün sayfalarına sızan yarım kalma konusu için 4 Eylül’de günlüğüne şöyle yazmıştı: “Bugünlerde masamı temizlemeğe mecburum! Dikkat! Yoksa şarkılar yarıda kalacak!” Ahmet Hamdi, UNNESCO üyeliğine seçilmişti. Eylül ayının sonunda yapılacak toplantılar için Ankara’ya gitti. Tekrar İstanbul’a döndüğünde sıkıntıları arasına bir de Milli Birlik Komitesi’nin üniversitedeki görevlerine son verdiği 147 hocanın konusu eklenmişti. Hocalar arasında Ahmet Hamdi’nin de çok yakın arkadaşları vardı. Yaşananlara elbette çok üzülüyordu ama bir yandan da kafası hep “yarım kalacaklar” konusundaydı. Politika tüm gerçekliğiyle ortada dursa da o, zamanının olmadığını hissediyordu. 1960 yılının bitmesine yakın, on dört yıl aradan sonra İstanbul ve Konya bölümlerinde önemli değişiklikler yaptığı “Beş Şehir”in ikinci baskısı İş Bankası Yayınları’ndan çıktı. Bu iş ona iyi bir motivasyon sağlamıştı. 1961 yılına girerken de Ahmet Hamdi’nin gündemi değişmemişti; yarım kalmış işler üzerine planları devam ediyordu. Tabii o farkında değildi ama hayatının bu son yılında Ahmet Hamdi özellikle “Aydaki Kadın” romanı ve “Eşik” şiiri üzerine yoğunlaşmıştı. Bu iki eseri de alanında ustalık eseri olarak değerlendiriyordu. Şiir kitabı nihayet Şubat ayının ortalarında çıktı. Tepkiler konusunda tedirgin olan Ahmet Hamdi, “Şiirler” (Yeditepe Yayınları, 1961, İstanbul) adlı kitabının çıkışıyla ilgili günlüğüne 20 Şubat’ta şöyle yazmıştı: “Şiir kitabım çıkıyor. Yarı vücudum dışarıda bir yatak gibi.” Son zamanları ve ölümü Şiirlerini yayımlamanın, bir yarımı tam etmenin heyecanını yaşıyordu ki muhteşem denge yerini bir kötü olaya bıraktı; 26 Şubat’ta en yakın arkadaşlarından Hasan Âli Yücel’i kaybetti. Onu en çok bu kayıplar sarsıyordu. Son yıllarda artan bu kayıplar, zamanın kendisi için de yaklaştığını fısıldıyordu. Günlüğünde de şöyle ifade ediyordu: “Ölen adamın acısı, nesil kaygısı birbirine karıştı.” Kendisini tekrar hayatı ve yaptıklarını sorgularken bulmuştu. Her kayıp yeni bir kaygı bozukluğu olarak ekleniyordu adeta hanesine. Ve yine koşup yazmaya sığınıyordu. Şiirlerden sonra sıra yıllardır masasının üzerinde son hâlini almayı bekleyen romanına gelmişti: “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” (Remzi Yayınevi, 1961). Bunca zaman metin üzerinde önemli değişiklikler yapmayı planlarken vazgeçti. Sonunda bu romanın bu şekilde zaten son halinde olduğuna karar vermişti. Böylece kafasındaki büyük soru işaretlerinden biri silinmişti. Şimdi kendini tamamen “Eşik” şiirine, “Aydaki Kadın” romanına ve edebiyat tarihinin ikinci cildine adayabilirdi. Nisan ayının ortasında ikinci şiir kitabının planlarına başlamıştı. İçinde hangi şiirlerin olacağına karar vermeye çalışıyordu. Ancak ömrü tamamlamaya vefa etmedi. “Aydaki Kadın” romanı için de şöyle diyordu: “İstikbalimin ümidi olan, tek ümidi olan romanı bir türlü yazamıyorum. Yazışla tasavvur arasına giren fasıla vahdeti bozuyor. Çok ilaveler var. Ne yapacağımı bilmiyorum.” Ahmet Hamdi’nin yazabildiği kadar bölümlerini yıllar sonra 1987’de, Dr. Güler Güven derleyerek yayıma hazırlayacaktı. Belki dünya gözüyle görememişti ama o roman nihayet yayımlanacaktı. Ahmet Hamdi 1962 yılının Ocak ayında bronşitten mustaripti. Soğuk havanın da etkisiyle sürekli hastaydı. Bu kez bu süreci atlatamayacaktı. 23 Ocak’ta fakültede fenalaştığında hemen hastaneye kaldırıldı ancak artık bünyesinin dayanacak gücü kalmamıştı. Ani bir krizle 24 Ocak sabahı 05.45’te hayata gözlerini kapadı. Yarım kalmışlık kıskacından bir türlü çıkamayan, zamanı hissederek yaşayan, edebiyatçılığının yanında kişiliğiyle de dikkat çeken, şiirin ve düz yazının usta isimlerinden, bir Ahmet Hamdi Tanpınar geçti bu dünyadan… İyi ki… |
|
|
Şu anda bu konuyu görüntüleyen etkin kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 ziyaretçi) | |
|
|