12 Mart 2024, 17:07 | #1 |
Dönüp Maziye Baktım... 2
Tevarih’ten dönüş…
Neyse konuyu fazla dağıtmayayım. Tekrar teravih namazına dönüyorum. Namazı bitirdik ve ben eve gidiyordum hatırlarsanız. Diyelim ki eve gittim… Elimde yük varsa o sırada geceye gözleme yapan annemi rahatsız etmeyerek onun söylediği yere bırakıp, mahallenin meydanında emsal arkadaşların toplanmasını beklerdim. Topu topu 4-5 arkadaştık. O sırada mevsimine göre hangi meyve olmuşsa, onun başına çökerdik. Nerede mi? İlahi.. Nerede olacak hangi bahçede varsa orada.. Hangi bahçe derken neyi mi kastediyorum.. Çok hoşsunuz, Tabi ki komşu bahçelerinde.. Her tarafımız bahçe idi.. Her komşumuzun koca koca meyve bahçeleriyle donatılmış sebze bahçeleri vardı… Sulu sulu ayvalar, rahmetli Bahri amcanın bahçesindeydi.. Hem de yol kenarında oldukları için uzanıp almak çok kolaydı. Daha iç taraflarda her türlü meyve ağacı mevcuttu ama biz sadece ayva ihtiyacımızı giderirdik Bahri amcanın bahçesinden… Mevsimine göre dedim ya, en güzel kiraz ağacı da yan komşumuz Süleyman Ağa’nın bahçesinde olurdu. Gerçi bahçenin bayağı iç tarafında olurdu ama gecenin o karanlığında korkusuzca gider, dalına çıkar ve yiyebildiğimiz kadar yerdik. Dut bizim bahçedeydi... Koca koca başparmak büyüklüğünde tamamen şeker küpü kocaman ağacı ile durur ve bizi davet ederdi… Ama nedense o kadar lezzetli olmasına rağmen kimse bizim dut ağacına çıkıp dut yemezdi. Çünkü ne arkamızdan elindeki değneği atarak kovalayacak kimse ne de “-ulan köpoğlusu..” diye bağıran yoktu, heyecan yoktu... Maksat sadece meyve yemek değildi ki… Ertesi gün karşı mahallenin delikanlılarına; -Ya dün akşam Bahri Amca bizi bir kovaladı ki, falanca, duvardan atlarken ayağını burktu, adım atamıyordu ve arkamızdan koşamadı... Allahtan Bahri Amcanın gözleri iyi görmüyor. Baktı ki yakalanacak orada olduğu yerdeki çukura pısarak saklanmış, Bahri amca da “-Kaçmayın ulan!” diye bizim peşimizden gelirken üzerine basmış, ama fark edememiş, bizimki de neredeyse can havliyle çığlığı basacakmış ama yakalanmamak için kendini sıkmış…” Gibi anlatacak bir şeyler olmalıydı. Böyle maceralarla dolu gecenin ardından artık herkes evine dağılırdı… Anahtarım yoktu ama evin giriş kapısının yazındaki pencerenin sürgüsüz olduğunu aile bireylerinden başka kimse bilmezdi. Üç gözlü camdan rahmetli dedemin yapmış olduğu yaklaşık 40 cm eninde, 70-80cm boylarında, boyuna kapının ters istikametine doğru ve içeri açılan ahşap bir pencereydi. Azıcık iteleyince açılırdı ve kolumu uzatıp kapının arkasında takılı olan anahtarı bile çevirmeden, kolu aşağı doğru indirirdim ve kapıyı açardım. Rahmetli anam nasıl olsa beni gelecek diye kapıyı kilitlemezdi çoğunlukla… Usulca içeri girerdim. Babam gelmiş ve çoğunlukla yatmış olurdu. Çünkü sahura iki—üç saat anca kalırdı ben geldiğim zaman. Burnuma o kadar güzel gözleme kokuları gelirdi ki. Evin girişini ve mutfağı, hatta evin her tarafını sarardı o mübarek koku... Sırf iştahım kapanmasın diye el yordamıyla gözlemeleri bulur, usulca elimi dokunur ve sadece bir lokmacık bölerdim… Ağzımda helva gibi dağılırdı o tam kıvamında pişmiş gözleme… Annem anlamasın diye üst üste katlı duran gözlemelerin en ortasındakinden bölerdim. Sonra yine annemin üzerine örttüğü yaygıları güzelce örterdim ki belli olmasın. Ellerimi de çoğunlukla batırmamaya dikkat eder ve azıcık ta olsa yağ bulaşmış elimi gözlemenin üzerine örtülen örtünün ucuna siliverirdim. Sonra, sessizce, doğru odama geçer ve yerime yatardım. ***** Vakt-i Sahur… (Annem, gözleme ve bahçemiz…) Tam yatağa uzanır ve gözümü kapatırdım ki; “-Hadi oğlum kalk… Yoksa geç kalacaksın…” diye gül yüzlü anamın müşfik sesini duyardım. Çünkü artık buluğ çağındayımdır ve oruç her mümine farz olduğu gibi bana da farzdır. Öyle ya buluğ çağına erdiğim komşu bahçelerine girdiğimden belli olmuyor mu? Her şeye aklımın erdiği zamanlar değil mi bu zamanlar? Şöyle biraz nazlandıktan sonra annemin sesinin birazcık sertleşmesinden gerçekten vaktin kritikliğinin idrakine varıp, silkinip kalkardım. Gözlerimi ovuşturarak salonun ortasında kurulan yer sofrasının etrafından dolanarak, yüzümü yıkamaya giderken; - Hayırlı Sahurlar… Diye bir genellemede bulunur, sofrayı çeviren herkesi selamlardım gayri ihtiyari etrafı kolaçan ederken.. Babam her zamanki gibi masanın üzerinde duran, etrafı siyah, hoparlör yeri delikli alüminyum ve düğmelerin üzeri de parlak alüminyumdan kaplı, hiç unutmadığım “RSC” marka radyoda muhtemelen orta dalga da Kuran-ı kerim okunan bir Arap radyosunu dinleyerek gözleme, hoşaf veya vişne suyundan oluşan sahurunu yapmış, mis gibi çayını yudumlarken ikinci, belki de üçüncü sigarasını içmektedir. Rahmetli anam ise, herkes karnını doyurmadan boğazından lokma geçmediği için, herkesin sofradan kalkmasını beklerdi çoğunlukla sahur yapabilmek için bile... Bir taraftan herkesin karnı doyduktan sonra içeceği keyif çayını doldurur, bir taraftan sofraya yeni oturan varsa onların yiyeceklerini ayarlar, bir taraftan da kendi karnını doyururdu. Şayet misafirimiz yoksa ablam ve benden küçük iki erkek kardeşim, annem, babamdan müteşekkil soframızda fazla çeşit olmazdı ama herkesin karnı rahat rahat doyardı hamdolsun… Evin her tarafını kokusuyla sarıveren gözleme ana yiyeceğimizdi sanki… Onun etrafında dönerdi bütün her şey. Anamın kendi bahçemizdeki vişne ağaçlarından toplayıp yaptığı vişne kompostosu ikinci sırayı alırdı benim menümde çoğunlukla… Gözlemenin içine bazen yine bahçemizdeki tavuklarımızın itina ile yumurtladığı yumurtaları haşlardı anam ve onu koyardık, yine bahçeden koparılmış taze yeşil soğanın yeşil cücüğüyle… Üzerine kesinlikle karabiber ekerdim… Pul biber o kadar yaygın değildi herhalde ki toz biberler olurdu kırmızı olarak ve ondan da ekerdim. Yanına yine kendi bahçemizden kırmızısı kendine has, tadı kendine has domates söğüş yapılırdı ve afiyetle yenirdi… Domatesin tohumunu her sene ayıran annem, kendi yetiştirdiği fidelerden yetiştirirdi o güzelim domatesleri.. Sadece domates değil tabi ki, Sivri biberimiz, patlıcanımız, kabağımız hatta ve hatta marulumuz, kıvırcığımız maydanozumuz ve nanemiz… Her bir şeyimiz yetişirdi… Konserveyi yine kendisi yapardı rahmetli anam, o güzelim kendi yetiştirdiği sırık fasulyeleriyle… Çoğu zaman sabah namazından sonra hiç yatmaz, bahçemizdeki kuyudan çalıştırdığı elektrikli su motoruyla yetiştirdiği sebzeleri sulardı. Ben akşam işten geldiğimde onu çoğunlukla yine bahçede bulurdum… Ramazan değilken işten gelmişsem, hemen bahçenin en müsait yeri o anda neresi ise oraya sofrayı kuruverirdi… Kümesten alınan iki taze yumurta, bahçeden toplanarak yapılıveren melemen in üzerine kırılıverirdi… Sonra mı? Taze bazlama yaptığında yapardı bunu çoğunlukla… Hadi artık bana bana yiyin… Afiyet olsun… Ne kadar marifetliymiş rahmetli anam… Şimdilerde daha çok fark ediyor insan düşündükçe o zaman yapılan bağ bahçe işlerinin kıymetini… İşte Ramazan ayında da mevsimine göre bulunan sebzeler süslerdi mütevazı soframızı… Bu sofrada sahurumuzu yapar, ağzımızı yıkar, tutacağımız oruca niyetlenir ve oruca başlardık. Babam yukarıda anlattığım şekilde sabah ezanını okumaya göreve gitmiştir ve artık ezanın okunması beklenmektedir. Babamın görevli olduğu cami uzak olduğu için, biz babamın okuduğu ezanı duyamazdık. Bize Karaağaç köyünde okunan ezanın sesi gelirdi. Şimdiki gibi radyolarda falan da okunmazdı herhalde ki sahur ezanını radyodan duyduğumu hatırlamıyorum… Ezandan sonra namazlarımızı kılar, yatardık… Annem rahmetli ablamla beraber sofrayı kaldırır, abdestini alır, namazını kılar ve sonrasında küçük rahlesini önüne koyar ve kaldığı yerden Kuran-ı Kerimi’ni okumaya başlardı… Her Ramazan bir hatim indirirdi mübalağasız… Ramazan geçtikten sonra da Perşembe akşamları okumaya devam ederdi… Ben sabah güneş iyice yükselinceye kadar yatardım. Eğer yapacağım bir iş yoksa kimse kaldırmazdı yatağımdan. Yapacağım iş ne mi olurdu? Ya bahçe sulamak, ya meyve toplamak ya da Mamak tan gelecek bir şeyi getirmek… Sonraları hep boştum. Kitap olarak o gün çalışmam gereken Kuran-ı Kerim dersime çalıştıktan sonra, Tarkan ve Karaoğlan okurdum. Bunlar haftalık dizi film gibiydi. Her hafta yeni sayısı çıkar ve heyecanla takip ederdik alıp okuyan arkadaşlardan değiş tokuş yaparak. Bir de Teksas, Tommiks’ler vardı ki onların maceraları çok olduğu için sürekli birilerinde okunmamış maceralarını bulmak mümkündü… Sonra küçücük bir atölyem vardı bahçenin gölge bir yerinde ayrılmış… Telden arabalar yapardım, hem de en son hangi arabayı görmüşsem onun modelinden… Üzerini sigara paketlerinin içinde bulunan alüminyum kaplı kâğıtlarıyla kaplar, küçücük el lambası ampullerini bazen bir, bazen de iki adet pille farlarını yapar, herkesin yaptığı arabadan mutlaka farklı bir şey yapmaya çalışırdım… Yetenekliydim bu konuda ve tanesini 25 kuruşa sattığım olurdu bu tür yeteneği olmayan ama parası olan arkadaşlarıma… Aldığım parayla da malzeme alırdım, pil gibi, ince tek damarlı zil kablosu gibi… Böyle bir işe daldığım zaman da akşamın nasıl geçtiğini bilemezdim tabi… Annem her istediğinde ona yardım ederdim ayrıca… Bahçe sulamak sıcak yaz günlerinde yapılacak en güzel şeydi benim için… Ayaklarında çorap dâhil ne varsa çıkartıp, paçaları yukarı doğru sıvayıp, kuyunun içinden çıkan buz gibi suya ayakları sokup serinlemekten daha güzel bir şey olabilir mi? Arada hortumun ucuna kafayı uzatıp buz gibi suyun saçlardan aşağıya doğru vücuda dağılmasını izleyerek serinlemek… Oldukça zevkli bir şeydi benim için. Böyle böyle akşam oluverirdi işte, bütün sıkıntısına rağmen. ***** İftar… Güneş yavaş yavaş Keçikıran tepelerinin arkasına saklanmaya başlar, herkesi tatlı bir telaş alırdı iftar hazırlığı için. Yemekler yapılmaya başlar, çorbalar çevrilmeye başlardı üç gözlü tüplü ocakların üzerinde… İşten gelen mahallemizdeki amcalar, oruçlu oldukları için canları ne isterlerse alırlardı Ulus’taki sebze ve meyve halinden. Sonra da derlerdi ki, “-Adet olmuş işte… Hâlbuki insan çorbayı içince gözü açılıyor, kör nefis doymak bilmiyor yoksa… Bak canım şunları çekti ama bir taneden fazla yiyemedim.” Sadece akşam ezanı okunurdu radyoda… Kulağımız Karaağaç köyündeki müezzinin sesinde olurdu ama radyodan da takip ederdik. Hoca “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber…” dediği anda bardak bardak suyu soluksuz içerdim ezan bitinceye kadar… Annem, “- Oğlum yavaş! Hele ezan bitsin… O kadar hızlı içme, bir şey yiyemezsin sonra…” Derdi ama… Kim dinler… Çorbamız olurdu mis gibi, akşam yemeğinde… Annemin kendi elleriyle yaptığı tarhana çorbası… Üzerine kızarmış ekmek doğranmış, doğranan ekmeğin üzerine de köyden gelen küp peynirinden ekilmiş. Hele bir de annem bazen benim çok sevdiğimi bildiği için tarhana çorbasının içine bir miktar yeşil mercimek katmışsa… Bu lezzete hiç dayanamazdım… Çorbanın kokusu zaten doyururdu… Sonraki yemekler olsa da olurdu, olmasa da… Hâlbuki ne emeklerle yapmış onu kendi elceğizleriyle rahmetli anam… Oğlumun canı şunu ister akşama yapayım, kızımın canı şunu ister akşama yapayım diye, içindeki evlat sevgisini olduğu gibi yemeğe katarak… Ne iştahla açardık orucumuzu. Ne iştahla yerdik yemeğimizi. İftardan sonra (şayet babam evdeyse) çayımız da hazır olurdu. Ben çayla fazla uğraşmazdım ve kendimi dışarıya atardım. Mahalledeki birkaç arkadaş toplanır, şimdiki tabirle geyik yapardık. Günü değerlendirirdik kendimize göre. Cebimizde para varsa doğru bakkala gider kendimize gazoz alırdık, Marmara gazozu vardı o zamanlar, soğuk soğuk bir güzel içilirdi ki… Sonrasında ise herkes evine dağılır, teravih namazı için hazırlık yapılırdı. Bazen arkadaşlarda benimle beraber Mamak’taki camiye gelirlerdi ve dönüşümüz de yine beraber olurdu. Civardaki diğer camilerin içinde en çabuk teravih namazı bizim gittiğimiz Mamak Çarşı Camiinde kılınırdı. Rahmetli İsmet Hoca çok çabuk kıldırırdı ve cemaat hınca hınç dolu olurdu. Ben camiden çıkardım ve eve gidinceye kadar yolumun üzerinde bulunan iki camide şu manzaraya rastlardım, ben çıktıktan sonra beş dakika sonra geldiğim Hacı Bakkalların oradaki camide “Vitir” namazına yeni başlanmış ve yine bir beş dakika sonra ulaştığım Karaağaç Köyü Camiinde ise Cemaat yeni boşalıyor olurdu. Camiden çıkıştan sonrasını yukarıda anlatmıştım. Günler böyle böyle geçer giderdi ve biz Ramazan bayramına ulaşmış olurduk… ***** Bayrama Doğru… Bayram… Neşe ve sevinç kaynağı… Hele biz çocuklar için… Şimdilerde daha çok anlıyor insan kıymetini, eskiden yaşanan o güzel günlerin. Bayram telaşı on-on beş gün önceden başlardı genellikle… Babam ya hep beraber bulunduğumuz sahur sofrasında ya da akşam iftar sofrasında anneme söyleyiverirdi, “-Yarın çocukları öğleden namazından sonra çarşıya indir de üst baş alalım.” Bu bizim için bayramın başlaması demekti. Artık sabahın olması önemli değildi, önemli olan öğle olmasıydı. Öğle ezanı okunmadan annemi sıkıştırır, bir an önce Mamak’a gitmek için acele ettirirdik. Üzerimize bir şeyler giyer, kapının ağzında beklerdik annemin hazır olmasını. Nihayet annem de hazırlanırdı ve en yukarıda bahsetmiş olduğum babamın gittiği yollardan yürüye yürüye mezarlığı geçer, Ziya Bakkalın oradan aşağı süzülür, Hacı Bakkalın oraya varırdık. Annem Hacı Bakkala uğramadan yapamazdı. Hacı Bakkal babamın çok sevdiği muhterem nur yüzlü bir amcaydı, Beypazarılıydılar. İki kardeştiler ve ikisi de hacı oldukları için Hacı Bakkallar denirdi. Onlar da babamı çok severlerdi. Bütün dini işleri için babamı çağırırlardı. Geçmişlerinin ruhuna babama her Ramazan ayında hatim indirtirlerdi mesela. Evlenen çocuklarının dini nikâhlarını babama kıydırırlardı. Bazen de anne babaları için mevlit okuturlardı. Babamın sesini çok beğenirlerdi. İşte bu Hacı Bakkallarda şimdiki süpermarketler gibi ne ararsanız bulunurdu. Sadece gıda maddeleri değil, Sümer Basması, pazen, başörtüsü için yemeni, örme ipleri, manav… Ramazan girmeden 50kg lık unu çuvalıyla oradan alırdık mesela. Şayet 5 kg alacaksak toz şekerimizi de oradan alırdık. Hiç paradan bahsetmezdik, alır ve giderdik. Yazarlardı aylıkçılar defterinin Hafız Nazım için ayrılmış sayfasına. Babam da maaşını alınca uğrar ve öderdi herhalde. Bizi hiç ilgilendirmezdi babamın nasıl ödeyeceği ve nasıl ödediği… Bazen annem sorardı babama; “-Hacıların borcunu ödedin mi?” diye, o da “-Yoo… Bir dahaki ay öderim.” Derdi. Demek ki sıkıştıran yoktu… Annem her çarşıya indiğinde uğrar ve yeni gelen kumaşlara falan bakardı. Başörtüsü eskimişse yenisini alır, elbise dikecekse kumaşını beğenir, pijamalık alacaksa ayırttırır ve çarşıdan dönüşte alacağını söylerdi. Biz ise sabırsızlanırdık bir an önce çarşıya inmek için. Nihayet annem Hacı Bakkallarda işini bitirip haydi gidiyoruz dedi mi dünyalar bizim olurdu. Sinemanın yokuşa geldiğimiz zaman aşağı inmek çok kolaydı. Yokuştan aşağı süzülüp sağ tarafa doğru döner, hızlı adımlarla çarşıya doğru yol alırdık. Bu arada sinemada oynayan filmin göz alıcı afişlerine bakmadan edemezdim. Ankara’daki direksiz nadir sinemalardan biriydi Mamak sineması ve salonlu balkonlu çok güzel bir sinemaydı. Afiş panoları çok süslü olurdu ve mıknatıs gibi çekerdi kendine. Oradaki en mühim şey, bayramda hangi filmin oynayacağı idi. O anda tercihim, ya Tarkan, Karaoğlan, ya da Cüneyt’in tarihi filmlerinden birisi olurdu. Bazen de Çin filmi getirirlerdi. Vang Yu diye birisi vardı tek koluyla falan dövüşür, kılıç sallardı. Sinemayı geçip aralarda annemin baktığı bir iki dükkândan sonra babamın görev yaptığı çarşı camisine gelirdik. Öğle namazı bitmek üzere olurdu. Annem o zamanı öyle bir ayarlardı ki, geldikten bir iki dakika sonra namaz bitmiş olurdu ve cemaat dağılmaya başlardı. Bizi tanıyanlar yanımıza gelir, anneme hâl hatır sorar ve bizleri severdi. En sona babam çıkardı camiden. Son cemaat mahfili açık kalacak şekilde caminin kapısını kilitler, ayakkabılarını giyer ve yanımıza gelirdi. Müşfik bir şekilde başımızı okşar, “-Geldiniz mi kuzular...” diyerek peşine takardı bizleri. Babamı Çarşı esnafından tanımayan ve sevmeyen yoktu. Herkes buyur ederdi. Fakat bizim alışveriş yaptığımız yerler belliydi. Girerdik o dükkânlardan birinin içine ve babam dükkân sahibini yanına sohbetini ederdi. Biz de annemle ve bize yardımcı olan tezgâhtar ile bir şeylere bakar, üzerimize giyer, çıkarır bir başkasına bakardık. Dükkân sahibi, “-Yenge Allah aşkına esirgeme çocuklardan… Ne isterlerse al, nasıl olsa ben hocamdan alırım parayı…” Diyerek annemi teşvik etmeye çalışırdı babamı masrafa sokmak için. Ama annem… Adeta kılı kırk yarar, kendine göre lüzumu olmayan hiçbir şeyi almazdı… Nihayetinde bir pantolon ve gömlek alınır ve oradaki alışveriş bitince ayakkabıcıya geçilirdi. En uzun alışveriş ablamın alışverişi olurdu. Hatta orada beğenilen bir şey, ertesi günü mutlaka değiştirmeye gidilirdi, ne alınırsa alınsın. Alışveriş çok zevkli geçerdi ve biterdi. Babam aldığımız her şeyi yazdırırdı. Bazen peşinat da verirdi cebindeki para durumuna göre. Sonra dönüş başlardı eve. Eve dönüş gidiş kadar zevkli olmazdı, çünkü yol bayağı bir yokuştu. Ellerimizde paketler olurdu ve yorulurduk ister istemez. Eve gelip bahçenin serinliğine kendimizi atıvermek her şeye değerdi. Hemen kuyunun başındaki tulumbaya geçer ve soğuk su çekip küçük havuzun dibindeki deliği orada bulunan çaputuyla tıkayıp, bir miktar su doldururdum ve ayaklarımı içine sallardım serinlemek için. Elime yüzüme bol su serper, ensemi ve saçlarımı ıslatırdım. Küçük havuzun çaputla tıkanan deliğinden ne kadar da olsa bir miktar su sızardı ve ince ince akardı. O suyun kendine göre bir yolu vardı ve etrafı hep yemyeşil kalırdı. Küçük küçük otlar yer yer ince ince akan suyun üzerini örter, fakat o incecik suyu o kadar ağaç yapraklarının arasından geçerek üzerine düştüğü anda ayna gibi parlatan güneş ışığı açığa çıkartıverirdi. Bilirdiniz ki orada hayat var, su var… Sadece siz bilmezdiniz, şen şakrak sesleriyle sabahtan başlayan o nihayetsiz ötüşte sanki nefesi kesilen her kuş bilirdi. Minik minik serçeler, koca koca kargalar orayı adeta konak yeri yapar, bizlerin olmadığı zamanları gözetir ve kafalarını yukarıya dikerek susuzluklarını giderirlerdi o minicik sızıntının kenarlarında… Artık akşamın olmasını kuşlarla ve börtü böcekle beraber beklemekten başka yapacak bir şey yoktur o anda. Belki akşamüzeri annem isterse bahçeyi sulamam gerekebilir, o kadar. Sonraki günlerde ise sadece annemin; “-Haydi şu pantolonu giy de paçalarını yapalım, bak bayram yaklaşıyor.” Sözünü duymak, gerçekten bayramın yaklaştığını anlamak açısından oldukça sevindirici olurdu. Arada sırada eve gelen misafirlere bayramlıklarımızı göstermek ayrı bir zevk verirdi hepimize de. **** Devam edecek...
________________
Hayatı ŞiiR lerle yaşarsanız, ŞiiR gibi yaşarsınız... |
|
|
12 Mart 2024, 18:06 | #2 |
Emeğinize Yüreğinize sağlık üstad Başarılar
|
|
|
13 Mart 2024, 01:13 | #3 |
Çok teşekkür ederim değerli kardeşim, sağ olasın, var olasın...
________________
Hayatı ŞiiR lerle yaşarsanız, ŞiiR gibi yaşarsınız... |
|
|
01 Nisan 2024, 16:01 | #4 |
Emeklerine sağlık @[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] abi hepsi çok güzel keyifle okudum
|
|
|
02 Nisan 2024, 00:28 | #5 | |
Alıntı:
________________
Hayatı ŞiiR lerle yaşarsanız, ŞiiR gibi yaşarsınız... |
||
|
Şu anda bu konuyu görüntüleyen etkin kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 ziyaretçi) | |
|
|